Biraz vandal bir akım: Makine Kırıcılık
ensonhaber.com

Vakanüvis

Charles Dickens, “Zor Zamanlar” romanında, Sanayi Devrimi’nin bir İngiliz kasabasına yansımasını şu iç karartan satırlarla anlatıyordu: “Kasabanın içinden kapkara bir kanal geçer ve suyuna pis kokulu boyaların karıştığı mor bir nehir akardı; pencerelerle dolu bina yığınları bütün gün boyunca zangırdayıp titrer, buhar makinesi pistonları melankolik bir delilik hali içindeki bir filin başı gibi bir yükselir bir alçalırdı. Kasabanın içinde birbirlerine çok benzeyen çeşitli geniş sokaklar ve birbirlerine eş, evlerine aynı saatlerde girip çıkan, aynı işi yapmak için aynı kaldırımlarda aynı sesleri çıkaran ve her günleri dünden ve yarından farksız geçen ve her yılları bir önceki ve bir sonrakine eş olan insanlar tarafından mesken edinilmiş, birbirlerine daha da çok benzeyen pek çok küçük sokak vardı.”

KÜÇÜK ÜRETİCİ, ŞEHRE GELDİ İŞÇİ OLDU, SÖMÜRÜLDÜ

Gerçekten de Sanayi Devrimi, insanların hayatına böylesi karanlık tablolarla girmişti. Makineleşmenin ya da fabrikalaşmanın, 16’ncı yüzyılın başlarında İngiltere’de ilk mekiğin icat edilmesiyle başladığı kabul gören bir yaklaşımdı. İlerleyen yıllarda benzer icatlarla fabrikalaşma daha da ilerleyecekti. Bundan sonra da artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. 1700’ler boyunca makineleşme, Batı toplumunu tepeden tırnağa değiştirecekti. Hızlı ve kolay üretimin dolayısıyla hızlı ve kolay para kazanmanın hırsı, yığınsal bir mülksüzleştirme ve işçileştirmeyi de hayata geçiriyordu. Fabrika sistemi, daha fazla işgücünü gerekli kılıyor, bu da kuralsız – ve insafsız -  bir çalışma hayatı gerçeğini ortaya çıkarıyordu. Daha önce köylük yerde ürettiği iplik ya da dokumayı satan küçük üreticiler, büyük üretimler karşısında mallarını satamaz olmuş, bir süre sonra iflas etmişi bilahare de şehre gelerek fabrikaya işçi olmuştu.

Biraz vandal bir akım: Makine Kırıcılık

Bu yeni süreçte, makine merkezdeydi. İnsan, onun sadece bir tamamlayıcısıydı. Kentteki işçi, henüz çok yeniydi, “işçi hakları” diye bir şey de sözkonusu değildi ya da en azından haklar çok yetersizdi. Bir süre sonra kadın ve çocuklar da çalıştırılmaya başlayınca tablo daha da ağırlamıştı. Bu tercih, disiplin konusunda kadın ve çocuklara daha kolay baskı kurulabilmesinden kaynaklanmıştı. Dönemin yazarlarından Robert Heilbroner, çalışa hayatındaki sefalet ve başıbozukluğu şöyle anlatıyordu: “Yaş ortalamaları on olan oğlan ve kız çocuklar; sadece en küçük hataları yüzünden değil, aynı zamanda sanayiyi canlandırmak için de gece gündüz kırbaçlanıyordu. Çocuklar yalak içerisindeki hayvan yeminden domuzlarla birlikte yiyorlardı. Çocuklar kış ortasında neredeyse çıplaktılar.”

Biraz vandal bir akım: Makine Kırıcılık

VE LUDDİZM BAŞLIYOR…

Bu fevkalade olumsuz şartlar, bir süre sonra tepkilere yol açacaktı. Mülksüzleşen ve işleri ellerinden alınan yığınların ilk tepkisi de hayatlarını güvensiz kılan makineler olmuştu. Tarihe “Makine Kırıcılık” olarak geçen hareket, 1758 yılında Nottinghamlı Ned Ludd isimli bir işçinin yün çorap tezgahını tahrip etmesiyle başlamıştı. Bu ilk makine kırmanın ardından benzer olaylar İngiltere’ye yayılmış, hareket de ilk tahribatı yapan işçinin adına izafeyle “Luddizm” olarak yayılmıştı. Olay o kadar kısa sürede çığırından çıkmıştı ki, yasalara bu suça özel maddeler konmuş, hatta bir süre sonra idam cezası da getirilmiş ama makine kırıcılığın önüne geçilememişti. Luddcular, fabrikaları hapishane olarak görüyor, ücretli çalışmayı küçümsüyorlardı.

Biraz vandal bir akım: Makine Kırıcılık

“Yalnızca adamların ücretlerini düşürenlerin tezgâhlarını kırıyorlardı; ücretlerini düşürmeyenlerin makinelerine dokunulmuyordu; dün gece bir evde, altı makineden dördünü kırdılar, ücretlerini düşürmeyen iki ustaya ait olan diğer iki makineye dokunmadılar.” Edward Palmer Thompson, “İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu” isimli kitabında, Makine Kırıcılığı’nın sayısız örneklerinden birisini böyle anlatıyordu.  Bu hareket, neredeyse yarım asır İngiltere’yi uğraştırdıktan sonra 1800’lerin başında diğer Avrupa ülkelerine de sıçramıştı. Luddizm, bu yeni dönemde başka servet sahiplerini de hedef almış, hububat ve ot ambarlarına yönelik saldırılar da başlamıştı. Yangınlar çıkartılıyor, sonra da bu olayları “Swing” adı verdikleri efsanevî bir yaratığa bağlıyorlardı. Yine 1843’te Galler’de, “Rebecca Ayaklanmaları” denilen bir başka kitlesel eylemler ortaya çıkmıştı. Yeni yeni denemelerine girişilen, köprüleri paralı yapma sistemine tepki gösteren kalabalıklar, kadın giysileri giyip, yüzlerini siyaha boyayıp paralı köprülere saldırmaya başlamışlardı. Halk arasında, “Buradan Ned Ludd geçti” diye bir tabir bile türemişti. O dokuma işçisine “Kral Ludd” ya da “General Ludd” diyenler bile vardı.

OSMANLI DA SANAYİLEŞTİ AMA LUDDİZM GÖRÜLMEDİ

Makineler daha da gelişip, birkaç işçinin görevini tek başına yapar hale geldikçe, tepkiler de sertleşiyordu. Lyon’da Jackuard isimli bir fabrikatörün gelişmiş dokuma tezgâhları kısa sürede hedef haline gelmişti. Böylece Ludizm, Fransa’da da görüldü, 1831 ve 1834’de Lyon’da peşpeşe ayaklanmalar yaşandı, tezgâhlar tahrip edildi. Hareket, daha sonra Almanya’ya da sıçradı. Vahşi kapitalizm, gerçekten de öyle vahşi yayılıyordu ki, küçük işletmelerin sahipleri, işçilerinin kendi makinelerini tahrip etmesini bile hoş görür olmuşlardı. Kendilerinin de “bencil yenilikçiler”in mağduru olduğunu düşünen küçük patronlar, “bu şeytan”a karşı çalışanlarıyla birlikte hareket etmişler, oluşacak kaosta büyük işletmeleri geriletebileceklerini, son tahlilde de kendilerinin kazanacaklarını düşünmüşlerdi. Aynı dönem küçük ölçekte sanayileşmenin başladığı Osmanlı İmparatorluğu’na ise bu tip eylemler görülmemişti. Toplumun inanç yapısı, bu tür eylemlere müsaade etmiyordu. Ayrıca gelişmelere rasyonel bir bakış açısı da hâkimdi. Makinenin kullanılmasının zorunlu olduğu düşüncesi yaygınlaşıyordu. Makineleşmenin neden olacağı sorunların, makine kullanmamanın ortaya çıkardığı sorunlara göre daha kolay çözülebileceği düşüncesi vardı.

Biraz vandal bir akım: Makine Kırıcılık