Can Çelebi ile ilk romanı, Bir Yara Bir Dilsiz Oda’yı konuştuk
Özel İçerik

Can Çelebi

"Bir Yara Bir Dilsiz Oda"yı ilk İclal Aydın, sosyal medyasında İclal Aydın Kitap Kulübü’nden çıkan kitabımız diye paylaştığında görmüştüm. Çeken bir yanı vardı. Sonra yayınevi kitabı gönderdi ve ardından biz Can Bey ile TÜYAP’ta tanıştık. “Bu kitabı en çok erkekler okusun!” istiyoruz diyordu ve Tenzile’nin hikâyesini onun gözünden yazmıştı. Yani isterse bir erkek, kendini bir kadının yerine koyabiliyordu. Nihayetinde hepimiz insandık, ne önemi vardı cinsiyet yarışının?

Daha dün bir başka canın acısıyla sarsıldık. Artık adımızın bile bir önemi yok. Şiddet, özellikle biz kadınların ensesinde; takip ediyor. Can Çelebi ile kitabını konuştuk tabii. Konusu şiddet ve Can Bey de bir psikolojik danışman olduğundan sohbet uzadıkça uzadı. Daha sayfalarca da konuşulur ya, burası için bir yerde kesmek gerekiyordu.

Bu tür hikâyelerin hiç yaşanmadığı ve dolayısıyla yazılmadığı günler umuduyla…

Can Çelebi ile ilk romanı, Bir Yara Bir Dilsiz Oda’yı konuştuk

İLK OKUMA YAZMAYI ÖĞRENDİĞİMDE DÜNYALAR BENİM OLMUŞTU

- Can Bey, sizi tanıyarak başlayalım istiyorum. Bize kendinizi anlatır mısınız? Tüm duygularınız ve kaleminizle?

1966 yılında görev yaptıkları Kütahya’da bir memur ailenin en küçük çocuğu olarak doğdum. İlk ve ortaokul eğitimimi Ankara, Çankırı ve Diyarbakır’da, daha sonra lise öğrenimimi Ankara Çankaya Lisesi ve İzmir Gazi Liseleri’nde tamamladım. 1986 -1990 tarihleri arasında Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde okudum. Aslında okuyucular kitabın arka kapağında benim özgeçmişimi bulabilirler; fakat özgeçmişlerimiz daha çok bizim bu güne kadar neler yaptığımızla ilgili bilgiler içerir. İnanın bana, hala arada bir ben de kendime bu soruyu sormuyor değilim. Ben kimim? Sanırım ben bir koleksiyoncuyum. Ya da arşivci mi demeliyim acaba. Birbirimizle etkileşimlerimizin, düşünce ve duygularımızın, içine sızdığı anları biriktiren bir koleksiyoncu diyebilirsiniz. Beni o anlar çekiyor. Onları kendi arşivimde saklayıp zamanı geldiğinde, doğru zamanda, doğru yerde, doğru karakterler için kullanan biriyim.

- Güzel bir tanımlamaydı doğrusu! Yazmaya ne zaman ve nasıl başladınız?

İlk okuma yazmayı öğrendiğimde dünyalar benim olmuştu. Ben sağlık sorunları yaşayan, sürekli sakınılıp korunan, pek dışarıya çıkartılmayan bir çocuktum.  Çok konuşmazdım. Daha doğrusu içinden çok daha fazla konuşan bir çocuktum. Kalem kâğıda harfler, kelimeler yoluyla duygu düşünce ve hissettiklerimi yazabilmek, söyleyemediklerimi özellikle aileme - çevreme iletmek için müthiş bir yol oldu. Onlara/ diğerlerine küçücük kâğıtlarda notlar yazıyordum. “Benden bunu yapmamı istediniz ama aslında ben…” ya da “O yemeği sevmiyorum, benim sevdiğim yemek… “ Hatırlayabildiğim kadarıyla aile fertleri bunu ilk başlarda çok eğlenceli buluyorlardı; bu da benim için yazmaya yönelik bir teşvik oldu - tabii pedagojik boyutu bambaşka bir inceleme gerektiriyor - hatta annem bir süre tüm o notlarımı aile fotoğraflarıyla beraber saklamıştı.

- Eksik kaldığınızı düşündüğünüz yanınız sizi besledi diyebilir miyiz?

Sanırım öyle derin bir bilinç/bir farkındalık oluşmadı. Ben hep engelimi yadsıyıp sağlıklı insanlar gibi yaşamak için çabaladım. Tek bir gözle üniversiteler okudum, çalıştım, yazdım, okudum... Bende çıta her şeye rağmen baya yüksekti. Ta ki 7 yıl önce bir sabah kalkıp sağlıklı diğer gözümün de gerilediğini fark edene kadar. İşte o noktada gerçekle yüzleştim ve kendimi kabul etme surecine girdim. Şimdi görme engelim konusunda konuşabiliyorum. Bunu negatif bir şeymiş gibi yaşamak yerine, gelişen diğer yönlerimi ön plana çıkartmaya çalışıyorum.

- Yazma rutininiz var mı?

Aslında ben yolda yürürken, tramvayda, trende, yatakta uykuya dalarken filan kafamın içinde hep yazıyorum. Fırsat buldukça o yazdıklarımı, tuttuğum notların da yardımıyla, bilgisayarıma aktarıyorum. Bilgisayarım Hollanda Kraliyet Görme Özürlüler Yardım Vakfı tarafından bana özel olarak programlandı. Az görenler, görme sorunu yasayanlar için Super Nova adında özel bir program yüklediler; onun yardımıyla bilgisayar kullanabiliyorum. Yani eğer evde değilsem PC de yazamıyor, küçük kâğıtlara kalemle notlar almaya çalışıyorum.

Can Çelebi ile ilk romanı, Bir Yara Bir Dilsiz Oda’yı konuştuk

… BİRAZCIK VİCDANI OLAN HERKESİN SORUNU VARDIR. BENİM DE SORUNUM VAR

- Bir Yara Bir Dilsiz Oda, sizin ilk romanınız. Kadına yönelik şiddeti, Tenzile’nin üzerinden anlatıyorsunuz. Tenzile ile de gerçekten tanıştınız. Ondan sonra mı yazmak düştü aklınıza?

Evet, ben bir Tenzile ile tanıştım doğru! Bu kitaptaki başkaraktere adını ve hayatından bazı izleri verdi; ama bu romanda anlatılan hikâye kesinlikle o Tenzile’nin birebir hayatı değildir. “Bir Yara Bir Dilsiz Oda” romanında birbirine sarılmış, el ele tutuşmuş onlarca Tenzile var. Eğer soru yaşanmışlık ise, evet Tenzile’lerin gepgerçek yaşanmışlık hikâyeleridir. Diyebilirim ki, Tenzile ile tanışmam onun hikâyesi çerçevesinde, zaten yazıyor olduğum bir hikâyeyi yeniden kurgulamama neden oldu.

- Siz Tenzile’den önce de bu konuyu yazmaya başlamıştınız yani? Peki sizi şiddet konusunda yazmaya iten özel bir sebep var mı?

Hayatım eşitsizlik, ayrımcılık, insan onurunun yok sayılması üzerine düşünerek kurgulayarak nedenlerini ve sonuçlarını düşünerek, onunla mücadele ederek geçti. Eğer bir yerlerde 72 saat içinde 5 kadın katlediliyor, bir kadın özgür olma talebi yüzünden bir kafede,  herkesin içinde, çocuğunun gözleri önünde falçatayla boğazı kesilerek öldürülüyor ve bizler o anı canlı canlı izleyebiliyorsak başka seçenek kalmıyor sanırım. Benim fark yaratma amacıyla kendi çapımda çıktığım bu yolculukta yazmak da yöntemlerimden biri.

- Kitap bir erkeğin değil de, bir kadının sesinden yazılıyor. Bu yönden oldukça ilginç. Kadına bunları yaşatan bir erkek ve şimdi bunları yazan da bir erkek. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Galiba aşılması gereken nokta bu! Ne fark eder ki? Aynı şey erkeklerin başına gelseydi, bir kadın bu konuda düşünüp, anlamaya çalışarak, yansıtmayacak mıydı? İnsan olma hakkında kadın erkek diye birbirimizden ayrıldığımız ateşten çemberler yok artık. Biz hepimiz eşitiz. Tenzile’ye bunları yaşatan bir tek erkek değil; eril hegamonik sistem. Bu yönden bakınca ister bir kadına, ister bir erkeğe bunları yasatan kolektif kültürle; azıcık empati kurabilen birazcık vicdanı olan herkesin sorunu vardır. Benim de sorunum var. Sizler bu soruyu sorana kadar da bu perspektiften hiç bakmamıştım inanın.

“Bir erkeğin bir kadının sesinden yazması...” Yooo inanın, hala ilginç gelmiyor bana; olması gereken bu zaten.

- Farklı bir tarzınız var. Kurguda düş, gerçek, zaman kavramı, her şey iç içe. Karışık gibi görünse de her şey o kadar yalın ki!

Çok teşekkür ediyorum. Yazım tarzımın bu şekilde dile getirilmesi mutlu ediyor beni. Konuda, olaylarda, kurguda biraz sert; ama dilde daha duygu, his, algıya odaklı, daha içeriye bakarak yazmayı seviyorum.

- Bunu planlamış mıydınız? Yoksa hikâye mi seçti yolunu?

Evet, en ince ayrıntısına kadar aynen böyle kurguladım. Bir demans hastasının algı biçimiyle, hatırında kalan olayları anlatan bir roman yazmak istedim. (Biz aynen su sıralar insanlık olarak, sorunla ilgili demans yaşıyoruz .) Hikâyede; yaşlanmış, sevdiği kocasını kaybetmenin acısı içinde yer etmiş, kimsesiz, ağır depresif, zaman zaman kopukluklar, evinin yolunu kaybedecek denli unutkanlıklar yaşayan bir kadının sadece bir gününe şahitlik ediyoruz. (Tenzile hastaneye gider ve evine döner.) Ben romanı dışarıdan bir göz olarak değil de, tam da psikolojinin ana meselesi insanın iç dünyasından anlatmayı seçtim. (İnsan dediğin bir makine, silikon bir vitrin mankeni değil.) Tenzile’nin o hatırladığı anlara dair kalbinden, aklından geçenleri, onun dilinden, hissettiği, algıladığı yaralandığı gibi çok fazla gereksiz detaya boğulmadan – ki zaten atmosfer oldukça ağır – okuyucuya sunmaya çalıştım. Onun izini sürmede, geçmişine, yarasına dair hafızasında kalanlar haritası, öykü boyunca bize yol gösteriyor.

- Bu hastalıklar da sizde özel bir yerde mi?

Sanırım Demans ve Alzheimer algı biçimini hastanın içinde bulunduğu duygu durum üzerinden anlama çabamda, 3 yıl önce aynı hastalıktan kaybettiğim, birebir her safhasını gözlemlediğim annemin etkisi var biraz… Ben ayni zamanda uzun yıllar hasta ve hasta yakınlarıyla çalıştım.

Can Çelebi ile ilk romanı, Bir Yara Bir Dilsiz Oda’yı konuştuk

HER İNSAN FARKLI, DEĞERLİ VE ÖZELDİR

- Okurken her şey canlanıveriyor insanın önünde. Ruhun kabul edemeyeceği pek çok duygu akıp gidiyor. Peki yazarken sizin hissiyatınız neydi?

Atmosferi, kurguyu, karakteri elimden geldiğince hem beni tatmin edici hem de okuyucuları içine hemen alacakmış gibi yakalamaya çalıştım. Ben mümkünse hikâyenin geçtiği yerleri, mümkün değilse benzer yerleri dolaşmayı seviyorum. Bir film yönetmeninin mekân araştırma ve mekân seçim aşaması gibi düşünün. Oradaki ufacık bir ayrıntı, bir koku, bir işaret, ufacık bir ses, o süreçte sizin en derin kaynağınız en büyük yardımcınız oluyor. Benim yazar olarak durduğum yer, Tenzile’nin zihniydi. Ben aşırı büyük bir merak ve heyecanla bir tek oraya odaklandım. Pek çok kez bodrum katında bir eve girip çıktım. Saatlerce o yarı karanlık mekânda bir sandalyenin üzerinde oturup, o daracık pencerelerden, kasvetli camlardan gelip geçenlerin ayaklarını izledim. Kadın Dayanışma Derneklerini, camileri, Türk kahvehanelerini ziyaret ettim; Tenzile’yi aradığım kadar R’yi, Halil’i, Hacer Hanım’ı da aradım...

- Psikolojik Danışman olmanızın kaleminize etkisini hissettiniz mi? Sizi beslediğini düşünüyor musunuz?

Ben daha önce Tiyatro – Dramatik Yazarlık eğitimi aldım. Tiyatro insanı o an, orada insandan başka hiçbir alet edevat, enstrüman kullanmadan insana anlatan bir sanat. Oyuncunun sanatı! Oyuncu ve seyircinin o anlık etkileşimiyle var oluyor, tıpatıp aynısını yeniden izleyemiyorsunuz. Yani tekrarı yok. Eh bu bağlamda psikoloji bu sanatın en temelinde, değil mi? Çünkü psikolojide de bir insanın neden öyle davrandığını, niye öyle hissettiğini, arkasında yatan nedenleri, o nedenlere karşı bilinçlenme yöntem ve metotlarını irdeliyoruz. Zaten DEU-GSF Tiyatro Bölümü’nde de 4 yıl boyunca yoğun psikoloji dersleri almıştım, ilgimi çekiyordu.

Evet, tabii ki kalemime etkisi var. Sanırım karakter boyutunda çok işime yarıyor.

- Kadına yönelik şiddetin temelinde ne yatıyor?

Her insan farklı, değerli ve özeldir; her danışanın hikâyesi ve nedenleri de haliyle farklı oluyor. Yine de bilinen en genel durum şudur. En basite indirgeyerek anlatalım; birine kolektif, diğerine bireysel dediğimiz iki kültür var. Her iki kültürün de artı ve eksi yönleri var; fakat birbirlerinden tamamıyla farklılar. Özellikle göçmenlerde bu iki kültürün yeni gelen dışarıyla daha fazla bağlantısı, etkileşimi olan, yeni nesillerde büyük kültür çatışmalarına neden olduğunu biliyoruz.

Ataerkil hegemonik sistemin kuralları erkekler tarafından, eril yasam haklarını üstün tutarak konulmuştur. Bu sistem içinde çoğunluk erkeklerin kontrolü altında olsa da, her iki cins de onun aktörüdür. Sistemin içindeki kadınlara tek bir seçenek verilir o da - bu sistemin içinde var olabilmek için, erkeklerin belirlediği bu kurallara uymak ve bu yasaları gelecek nesillere aktarıp devam ettirmektir ( Kolektif kültür). Bu kültürün içerisinde bireyselliğiniz bir şey ifade etmez. Birey olma isteği, düşüncesi sistemi tehdit eder ve bastırılmalıdır, hatta cezalandırılmalıdır. Sizin istek arzu duygu ve düşünceleriniz gibi, bedeniniz de asla size ait değildir. Siz o sistemin malısınızdır, o kadar. Bu sistemin kurallarına göre sizin davranışlarınızdan – sistem – içinde bulunduğunuz, içine doğduğunuz kültür sorumludur. Aile ele alındığında o çekirdek sistemdeki erkek, erkekler, eğer erkek yoksa evdeki en yaşlı kadın, sizden sorumludur, kolektif kültüre karşı hesap vermekle yükümlüdür. Bu kültürü tehdit eden bir/her davranışınızda cezanızı da o belirler. Bu bağlamda, ne kadın kadındır, ne de erkek erkektir. Sadece kendilerine öğretilen/belletilen cinsel kimlik rollerinin birer taklitçileridirler. Çünkü sizin birey olma/kendiniz olma olasılığınız, cinselliğiniz, cinsel kimliğiniz – yöneliminiz de dahil olmak üzere elinizden alınmıştır.

- Yani şanssızlık böyle bir yapının içine doğmuş olmak mı?

Sanırım şanssızlık, bu sistemin bireysel haklar/kişilik hakları üzerindeki baskı alanlarını belirleyip onunla mücadele etmemek. Görmezden gelmek. Sistemin öyle ya da böyle bir nedenle parcası olmak. O soruna karşı bilinçlenmemek, toplumu da olabildiğince bilinçlendirmemek.

Can Çelebi ile ilk romanı, Bir Yara Bir Dilsiz Oda’yı konuştuk

ALIN SİZE KADINA ŞİDDETİNİN PSİKOLOJİK/KÜLTÜREL ANATOMİSİ

- Hayat buradan sonra nasıl şekilleniyor da yolumuz şiddete varıyor?

Böyle bir (sosyo) kültürel yapı içine doğduysanız eğer, (psikolojik) bir birey olarak  etkilenmeniz, şekillenmeniz olabildiğince o sisteme adapte edilmeye çalışılıyor. Hangi renklerle giyinip kuşanacağınızdan, hangi adamla evleneceğinize kadar sizin adınıza karar veriliyor. Kız çocuğuysanız, abinizden ya da erkek kardeşinizden daha çok baskı ve kontrol altındasınız demektir. En basit örneğiyle, abiniz gece geç saatlere kadar dışarıda kalabilirken sizin böyle bir hakkiniz yoktur. Ya da o odaya girince kalkıp erkek kardeşinize yer vermeniz istenir, o istediği gibi giyinirken sizin daha mutaassıp ve kapalı olmanız gerekir. O erkektir ve fiziksel olarak güçlüdür. Sizin güçsüz olduğunuz, tehlikelere açık olduğunuz, ailenin namusu -şerefi damgası altında büyük ve korumanız gereken bir göreviniz/ bedeniniz olduğu vs. daha bebeklikten itibaren öğretilir. Böyle yetiştirilir şekillenirsiniz. Biyolojik olarak doğuştan getirdiğiniz farklılıklarınız; haksızlığa dayanamama, daha duygusal davranma, daha sorgulayıcı veya empati kurabilme gibi yetileriniz törpülenmek zorundadır.  Size bir cinsel rol biçilmiş ve o biçilen modele uygun davranış göstermeniz beklenir. Bir kadının hayatın her alanında erkek karşısında ikincil konumda görülmesi eşitsizliği, ayrımcılığı size kabul ettirilir. Kadın çiçektir, böcektir (artık ne demekse?) ve onun görevi ev isleri yapmak, çocuk doğurmak, kocasına karılık yapıp, saygı gösterip (itaat etmek) ve eksiksiz hizmet etmektir diye iyice belletilir.

Erkek çocuklar bu kulvarda dehşet verici örnekleri serinkanlılıkla izleyerek yetiştirilir... Kadın senin korumana kollamana muhtaçtır, eksiktir, güçsüzdür, zavallıdır, o senin namusundur, herhangi bir durumda (Cezalandırır) vurur, döver, öldürür, namusunu temizler paşa paşa girer hapishaneye cezanı çeker, bir de üstüne kader mahkûmu madalyası sahibi olur çıkarsın. Eğer bunu yapmazsan sistem seni dışlar, seni cezalandırır!

- Çoğu zaman üniversite mezunu kadınların dahi şiddete susmasının ardındaki psikolojik nedenler de bunlar aslında, değil mi?

Evet, ne yazık ki üniversite mezunu, meslek sahibi, ekonomik özgürlüğü olan kadınlar da azımsanmayacak bir oranda şiddet görebiliyor. Tıpkı yüksek eğitimli erkeklerin de şiddet uygulayabildikleri gibi.

Yüksek eğitimli kadınlar bu yukarıda bahsettiğimiz nedenlerden dolayı, ya şiddet gördüklerini fark edemiyor ya da çok geç farkına varabiliyorlar. Bu kesim içinde bazen daha zor dile getirilebiliyor; yardım ve çıkış yolları aramak daha güç olabiliyor. Utanç, çocukların geleceği, sosyal kontrol, kariyer kaygısı ve özellikle kendini suçlama, suçu kendinde arama gibi davranış ve düşünceler gözlemlenebiliyor.

- Bu noktadan Tenzile’ye baktığımızda nasıl bir değerlendirme yapmalıyız?

Buradan Tenzile’ye bakarsak eğer; evet, Tenzile o dönemde 2 yıllık Eğitim Enstitüsü mezunu, meslek sahibi, öğretmen bir genç kız. Fakat Tenzile’yi özel yapan, yaşadığı travma sonucu, büyük bir suçluluk duygusu ve yalnızlık hissi (Babası tarafından da dışlanması, suçlanması...), ağır depresyon sonucu – kendine yönelik bir şiddetle –  yaşarken intihar etmesidir. Kendisini artık bir ölü sayması! Evet, yaşıyor; ama sadece beden olarak. Her şeyi kabul etmesi, her şeye sessiz kalması, TESLİMİYETİ onun intihar yöntemi. Onun leş yiyici akbabası da Ataerkil hegemonik sistemin devamı görevini üstlenmiş Hacer Hanım. Oğlu R’nin erkekliğini ispatlamak için bir an evvel evlenmesi ve çocuk sahibi olması gerekiyor; yani ona torun verecek bir kadın bedeni lazım. Tenzile bunun için biçilmiş kaftan. Alın size kadın şiddetinin psikolojik/ kültürel anatomisi...

Can Çelebi ile ilk romanı, Bir Yara Bir Dilsiz Oda’yı konuştuk

BÜTÜN CÜMLELERİ İYİCE DÜŞÜNEREK, ÖZENLE SEÇİP YAZDIM

- Kitaptan içimi en titreten cümleyi seçiyorum. Sizden de aynısını rica edeceğim. Yazarken içinizi en titreten an hangisiydi? Benim cümlem: “Eğer bir yarayı hissetmiyorsa insan, hiç yanmıyor canı.”

Ben bütün cümleleri iyice düşünerek, özenle seçip yazdım. Merak uyandıracak “Aaa bunu roman karakterine söyleten, düşündüren yaptiran nedenleri hatta ondan sonrasını da mutlaka okumalıyım öġrenmeliyim!” dedirtecekse eğer... Yani sosyal medyada sadece çiçekli böcekli bir capse dönüşmeyecekse; iyi bir cümle seçmişsiniz.

Ayrıca öyle resimler, sahneler var ki romanda, içinizin tüm roman boyunca titrememesi imkânsız. Mesela Tenzile’yi ilk kocasi R odada döverken, Tenzile sadece gelen tekmelerle tokatlarla sarsılıyor, ağzından burnundan akan kan yerdeki halıya bulaşıyor. Ve Tenzile o an acı, öfke, korku hiçbir sey hissetmiyor. Sadece bu kan lekesi halıdan nasıl çıkar, sabunlu sıcak suyla iyice ovsam geçer mi, tüh tam da görümcemin düğün arifesinde diye düşünüyor... İşte yazarken içimi titreten, pek çok anlardan biri de burası. Tenzile bana yasadigi bu anekdotu gerçek hayatta anlatırken öyle soğukkanlıydı ki, hatta onun o soğukkanlılığı da ayrı bir iç titremesidir benim için…

- Yazım süreci nasıl geçti? Paylaşmak isteyeceğiniz anılar varsa, dinlemek isterim.

Bir Yara Bir Dilsiz Oda romanını ben 2004 yılında yazmıştım. Daha önce de söylediğim gibi Tenzile’nin zihninde yer almak, dış dünyaya oradan bakmak için, olayın geçtiği yerleri dolaştığımı hatırlıyorum. Onun dışında anı olabilecek farklı bir şey yaşadığımı hatırlamıyorum. Bir tek kolay olmadığını söyleyebilirim... Benim için yazım süreçleri hep zor geçiyor zaten. Çünkü sürekli kendi kendimle konuşuyorum. Hele gerçekten zaman yakalamış, sadece yazma surecine konsantre olmuşsam, bazen bana söylenenleri duymadığım, anlamadığım bile oluyor.

- Bu durum tüm yazım süreçleri için geçerli o halde?

Özellikle oyun yazarken daha çok konuşuyorum. Sahne giriş çıkışları, diyaloglar, ben bu hayattan çıkıp kısacık da olsa bir süre orada yaşıyorum... Deli gibi bir şey olduğumu söylüyor evdeki ve yakın çevremdekiler. Allah’ıma binlerce şükür kısa sürüyor. Uzun zamanda birikiyor, yavaş yavaş araştırmasıydı, kurgusuydu, iskelet tamamlanıyor... Kısa sürede de geliştirilip kâğıda dökülüyor. Sürekli baştan, tekrar tekrar okuyup ayrıntılara boğulup kâğıda dökme olayı var ya, iste o fena.

- Peki kitabı paylaşmak için neden bu kadar beklediniz? Özel bir sebebi var mı, yoksa sadece zamanı mı gelmemişti?

Ben çeviri ve kendi oyunlarımı tiyatrolara teslim etmek dışında bir girişimde bulunmadım. Sınıf arkadaşımın tek kişilik oyun arayışı sırasında, bu romanı iyi bir dramaturgi ile oyunlaştırılabilir diye kendisine yollamamla, metin sağlam, iyi, güvenilir ellere ulaştı. Demek bir zamanı varmış. Ayrıca Türkçe yazıyorum; ama oldukça uzun bir suredir, başka bir ülkede yaşıyorum. Buradan ülkemizdeki ehil elleri bulmak, onlara ulaşmak da pek kolay olmuyor.

Can Çelebi ile ilk romanı, Bir Yara Bir Dilsiz Oda’yı konuştuk

KEŞKE BÖYLE HAYATLAR YAŞAMAK ZORUNDA KALMASAK, BU TÜR HİKÂYELERİ HİÇ YAZMASAK

- Romanınıza ilk tepkiler neler oldu?

Kitap daha yeni çıktı sayılır, henüz 2 ay olmadı. Buna rağmen biz;  İclal Aydın Kitap Kulübü ve sevgili menajerim Tülin Berk, çok güzel geri dönüşler alıyoruz. Bana kişisel olarak sosyal medyadan, hatta Whatsapp’tan ve mail adresimden -artık nasıl buluyorlarsa- müthiş mesajlar geliyor/yağıyor. Özellikle kadınlar kitabı çok sevdiler. Haklarını yemeyeyim, hatırı sayılır bir erkek okuyucu kitlesi de var. Keşke, yaralı bir kadının, gerçekten ne hissettiğini daha iyi anlayabilmeleri için tüm erkeklere okutabilsek bu romanı.

- Şiddet gören kadınlardan mesajlar alıyor musunuz?

Evet, yurt içi ve yurt dışından, basta Almanya, Belçika, Hollanda olmak üzere diasporadaki Türklerden mesajlar geliyor; var olsunlar, öyle güzel, öyle sıcak, öyle cesur mesajlar ki... Ben hepsini kendim için gözüm gibi saklıyorum...

Hatta İstanbul TUYAP Kitap Fuarı’nda özellikle benimle tanışmak için gelen genç bir kadın okuyucum, elimi tutup, “Can Bey, Amsterdam’da değil; ama burada, Türkiye’de, İstanbul’da, birebir ne yaşadıysam hepsini tek tek anlatmışsınız. Siz, beni yazmışsınız.” dedi... Keşke böyle hayatlar yaşamak zorunda kalmasak, bu tür hikâyeler hiç yazmasak...

- Yazmaya devam edecek misiniz? Var mı yeni bir roman projesi?

Evet. Tabii ki yazacağım. Çünkü söyleyecek sözüm var ve bunu diğer insanlarla paylaşmak için en iyi yapabildiğimi düşündüğüm yöntem yazmak. Sesim güzel olsaydı, şarkısını söylerdim ya da farklı bir yeteneğim olsaydı, resmini çizer, heykelini yontar, filmini çeker, dansını sergilerdim...

Şu an yazım aşaması neredeyse bitmiş, redaktörümün elinden geçip editörümün masasındaki yerini almayı bekleyen 4 hazır romanım daha var. Ve tabii tiyatro oyunları yazıp, çevirmeye devam edeceğim…

- Sesim güzel olsaydı, şarkısını söylerdim dediniz ya. Bu duyguyu bildiğiniz en iyi hangi şarkı anlatırdı? Merak ettim…

Simdi siz böyle birden bire sorunca aklıma belli bir şarkı gelmedi. Öyle bir cağ yaşıyoruz ki, artık herkes, köyün en son çitinin dünyanın bittiği yer olmadığını biliyor.  Her şeyi duyuyor, biliyor, görüyoruz. Sanırım kendin olmanın, hayatına sahip çıkmanın, mücadele etmenin gerekliliğiyle ilgili bir şarkı bulmalıyız.  Vardır mutlaka; ama iste benim aklıma gelmiyor, size bırakıyorum. Böyle bir şarkı bulursanız, ne olur beni arayın, hep beraber söyleyelim, olur mu?

: Söyleyelim Can Beyciğim, tüm nefesimizle söyleyelim… Çok teşekkür ederim.

Can Çelebi: Ben teşekkür ederim.

NOT: Can Çelebi'den bir de notum var. Ulaşan mesajlara mümkün olduğunca dönmeye çalışıyor. Sizinle Instagram adresini paylaşıyorum: @tjelebi

Can Çelebi ile ilk romanı, Bir Yara Bir Dilsiz Oda’yı konuştuk

Bir Yara Bir Dilsiz Oda

Can Çelebi

Artemis Yay.

S.: 165

Kitabı satın almak için tıklayınız: D&R

*

Instagram: biyografivekitap