John Berger: Sabaha kadar Sait Faik okudum
ensonhaber.com

johnberger

Dünya literatürüne kazandırdığı çok sayıda eserle dünya sanat tarihine adını altın harflerle yazdıran Berger, kısa bir süre önce, 5 Kasım tarihinde 90. yaşını kutlamıştı.

Cevat Çapan, Berger’ın Sanat ve Devrim kitabını 1974’te yayımlayan Yankı Yayınları sahibi Kemal Demirel’le Berger’ı İstanbul’a davet ettiğinden bahsederek, onun Türkiye'de geçirdiği günleri, ilk defa Sait Faik öyküleri ve Ruhi Su'nun müziği ile tanışmasını ve Yaşar Kemal ile olan sohbetini şöyle anlatıyor:

"Kararlaştırdığımız tarihte verdiğimiz ev adresine, John Berger, eşi Beverly ve iki buçuk yaşındaki oğulları Yves’le geldi. Hazırladığımız sofrada onları bekleyenler arasında Cihat Burak, Can Yücel ve Mehmet Ulusoy gibi arkadaşlar da vardı. Konuklarımız Alplerdeki Quincey köyünden küçük Citroen arabalarıyla kazasız belasız gelmişlerdi. Sofrada hemen aileden birileri gibi bize katıldılar ve kırk yıllık dostmuşuz gibi sohbet başlamış oldu. Bergerlar Türkiye’de kaldığı bir aya yakın süre içinde İstanbul’un görülecek yerlerini gördü, sanat dünyasından birçok insanla tanıştı, bir arkadaşın evinde Ruhi Su’yu dinledi, bir başka arkadaşın evinde Beklan Algan’ın sahneye koyduğu Cesaret Ana ve Çocukları oyununu televizyondan izledi. Kumkapı’da Kör Agop’un meyhanesinde Yaşar Kemal’le türküler üzerine sohbet ettiler.

Bir ara İstanbul dışına çıkmak için gazeteci bir arkadaşın kılavuzluğunda önce Adapazarı’na, oradan Bolu ve Mudurnu’ya da gittiler. Adapazarı’nda Çark Gazinosu’nda onları ağırlayan Belediye Başkanı, Berger’ı Sait Faik’in amcaoğluyla da tanıştırmış. O da Berger’a Sait Faik’in Fransızcaya çevrilen öykü kitabını getirmiş, “Sabaha kadar Sait Faik okudum” demişti Berger döndüğünde. Bu kısa yolculuğun başka ilginç bir rastlantısı da Mudurnu’ya vardıklarında, Bülent Ecevit’in ünlü “Köy-Kent” mitingini izleme fırsatını bulmaları."

Cevat Çapan'ın "John Berger'a armağan: 'Gökyüzü Mavi Siyah" başlıklı yazısının tamamı şu şekilde:

JOHN BERGER 90 YAŞINDA

“Olayları sözcüklerle anlatmak o sözcüklerin duyulacağı ve anlattıkları olayların yargılanacağı umudunu da birlikte getirir. Tanrı tarafından ya da tarih tarafından yargılanacağı umudunu. Her iki durumda da yargı uzak gibi görünür. Oysa hemen yanı başımızda olan ve bazen yanlışlıkla yalnızca bir araç sanılan dil, kendisine şiirin seslenmesiyle, inatçı ve gizemli bir biçimde, yargısını verir. Bu yargı herhangi bir ahlak yasasından açıkça farklıdır, ama duydukları karşısında iyilik ve kötülük arasında önemli bir gösterge olur. Öyle ki şiir yoluyla dilin yalnızca bu ayrımı yapmak ve korumak için yaratıldığını görürüz.

İşte bu yüzden, günümüzde zenginlerin haksız yere elde ettiklerini korumak için yaptıkları korkunç canavarlıklara karşı dünyada en kesin biçimde karşı duran güç şiirdir. İşte bu yüzden, fırınların saati aynı zamanda şiirin de saatidir.”

John Berger, Türkçesi 1988’da yayımlanan Şiirin Saati kitabındaki aynı adlı denemesinde böyle tanımlıyordu şiirin önemini. Birkaç yıl önce Guardian gazetesinde yayımlanan bir yazısında ise, nerdeyse seksen yıldır yazı yazdığını açıklıyordu. Önce mektuplar, şiirler, konuşmalar, sonra da eleştirel denemeler, öyküler, senaryolar, romanlar, oyunlar yazarak geçen seksen yıl. Bu arada dünyanın birçok ülkesine yolculuklar yapmış, birçok uluslararası sanat ve kültür kurumlarında konferanslar vermiş, televizyon programları hazırlamış, ilginç bazı filmlerde oynamış çok yönlü bir insan.

İYİMSERLİKTEN HAYAL KIRIKLIĞINA

John Berger, Birinci Dünya Savaşı sona erdikten sekiz yıl sonra 5 Kasım 1926’da, Londra’da doğdu. İlk öğreniminden sonra St. Edward’s adlı özel bir okula gönderildi. Bu okulun katı disiplininden kaçarak küçük bir bursla Central School of Art’ta resim eğitimi almaya başladı. Askerlik görevini yaptığı Belfast’ta ilk kez işçi sınıfından insanlarla bir araya geldi. İki yıl sonra sanat eğitimini sürdürmek için bu kez Chelsea Art School’a geçti.

1945’te İşçi Partisi büyük bir çoğunlukla iktidara geldiğinde Berger 19 yaşındaydı. İktidar değişikliği ve refah devletinin temellerinin atılması ilk yıllarda Britanya’da sosyalist bir düzenin kurulacağı umuduyla belli bir iyimserlik havası yarattıysa da 1950’lerin ortasına doğru soğuk savaş koşullarının baskısıyla bu iyimserlik yerini hayal kırıklığına bıraktı.

Meslek hayatına önce ressam ve eğitmen olarak başlamış olan Berger, 1952’de haftalık New StatesmanandNation dergisinde sanat eleştirileri yazmaya başladı. Düşünsel gelişiminde önce anarşist kaynaklardan yararlandı, daha sonra okulda tanıştığı genç komünist arkadaşları ve özellikle de FrederickAntal adlı Macar kökenli Marksist öğretmeninin etkisiyle estetik görüşünü belirleyen kaynaklara ulaştı. İki savaş arası İngiltere’de Lukacs, Frankfurt Okulu’ndan Benjamin, Adorno, Horkenheimer ve Marcuse gibi düşünürler yeni yeni tanınıyorlardı.

Antal’ınFlorentinePaintingAndItsSocial Background ve Arnold Hauser’inSocialHistory of Art (Sanatın Toplumsal Tarihi) kitapları İngiltere’de 1948 ve 1951’de yayımlandı. Sanatla toplumsal hayat arasındaki organik ilişkiyi öne çıkaran bu ve benzeri kaynaklar Berger gibi bir eleştirmenin öneminin sol çevrelerde daha iyi anlaşılmasını sağladıysa da, tutucu çevreler onun bu yaklaşımla yazdığı yazıları kaba siyasal propaganda olarak değerlendirdiler.

1950’ler, Britanya’da aynı zamanda tiyatroda John Osborne, John Arden, Arnold Wesker; romanda KingsleyAmis, John Wain, John Brain; sinemada LindsayAnderson, KarelReisz ve “Özgür Sinema” akımının öbür yönetmenleri “Öfkeli Gençler” diye anılan yaratıcı bir kuşak olarak ortaya çıkmış ve İngiltere’de sanat ve kültür hayatına yeni bir canlılık getirmişti. İlk yıllarında sol bir hareketin özelliklerini taşıyan bu yazar ve sanatçıların bazıları 1960’larda düpedüz kurulu düzenin sözcüleri oldu. Berger ise gerek 1958’de yayımlanan A Painter of Our Time (Zamanımızın Bir Ressamı) romanı gerek 1960’da yayımlanan sanat denemelerini içeren PermanentRed kitabıyla Marksist bir yazar olmayı sürdürdü. Bu kitapları 1962’de Foot of Clive, 1964’te Corker’sFreedom romanları izledi.

Berger, 1960’ların başında İsviçreli sinema yönetmeni AlainTanner’in çağrısı üzerine Cenevre’ye giderek onun üç filminin senaryolarını yazdı. 1962’de de Fransız Alplerinde bir köye yerleşti. La Salamandre, Dünyanın Ortası ve 2000 Yılında 25 Yaşına Basacak Olan Yunus adlı bu senaryolardan sonra sırasıyla Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı (1965), A Fortunate Man (Talihli Bir Adam, 1967), Art andRevolution (Sanat ve Devrim, 1969) kitapları yayımlandı. Berger bu kitaplarında, bir yandan resim ve heykel sanatlarının toplumsal ve ekonomik koşullardan nasıl etkilendiğini araştırıyor, Talihli Bir Adam’da ise Jean Mohr’un fotoğraflarından da yararlanarak bir taşra doktorunun hayatını anlatırken bir insanın kendini başka insanların sağlık ve esenliğine nasıl adadığına tanıklık ediyordu.

1972’de G romanıyla “Booker” ödülünü alan Berger ödül töreninde 5 bin sterlinlik bu ödülün yarısını Karayiplerdeki Kara Panter adlı devrimci harekete bağışlayacağını, öbür yarısını da Avrupa’daki göçmen işçilerle ilgili kitabının hazırlanması için kullanacağını açıkladı. G, şaşırtıcı anlatım tekniğiyle birçok eleştirmenin saldırısına uğramasına karşın, kısa sürede uluslararası edebiyat dünyasında modern roman türünün bir başyapıtı olarak karşılandı. Özellikle resimde Braque, Picasso ve Gris gibi kübist sanatçıların gerçekliğe değişik bakış açılarından bakma yöntemi Berger’ın bu romanında yazı dili olarak uygulanıyor, ele alınan konunun daha eksiksiz bir bütünlükle yansıtılmasını sağlıyordu.

İLETİŞİM ZENGİNLİĞİYLE ANLATMAK

Bakmak, görmek, belki aynı zamanda dokunmak, işitmek için dinlemek, tatmak, koklamak, kısaca gerçekliği bütün karmaşıklığıyla anlamaya çalışmak... Berger’ı bir yazar, bir düşünür, bir sanatçı olarak tanımaya çalıştığımızda onun bütün varlığıyla böyle bir çaba içinde olduğunu görüyoruz. Önce resimle işe koyulduğu için gerçeklikle iletişim kurma çabası renklerle, çizgilerle başlamış olabilir. Bu yüzden 1972’de BBC’de yayına giren Ways of Seeing (Görme Biçimleri) adlı televizyon belgeseli ve daha sonra aynı adla yayımlanan kitabı uygarlık tarihinin yüzyıllardır öne çıkan sanat eserlerinin yirminci yüzyılın ikinci yarısında nasıl değerlendirilebileceğini araştırıyordu. Bir süre önce ünlü sanat tarihçisi KennethClark’ın 11 ülkede 118 müze ve 18 kitaplığı gezerek kaydettiği sanat eserleriyle bu alandaki başyapıtları sergiliyordu. Bu eserler genellikle o müzelerde, kitaplıklarda ya da onlara sahip olan zenginlerin koleksiyonlarında görülebilirdi. Oysa Walter Benjamin’in “Mekanik Yeniden Üretim Çağında Sanat Eseri” adlı denemesinden yola çıkan Berger, KennethClark’ın seçkinci yaklaşımına karşı çıkarak böyle bir olanağın sözü edilen sanat eserlerinin biricikliğini yok ettiğini ileri sürüyordu. Sanat eserlerini görmek için artık müzelere gitmek gerekmiyordu. Daha önce AndreMalraux’nunLesVoix de Silence (Sessizliğin Sesleri) kitabında da belirttiği gibi müzelerin duvarları yıkılmış, değerli sanat eserleri herkesin erişebileceği kadar çok sayıda yeniden üretilme olanağına kavuşmuştu.

Görme Biçimleri yayımlandıktan hemen sonra dünyanın birçok sanat okulunda ders kitabı olarak okutuldu. İletişim dünyasında çalışanlar için yeni ufuklar açtı. Berger böylece görme biçimlerinin iletişim zenginliğiyle anlatım yollarını da zenginleştirmiş oluyordu.

Berger, 1975’te Avrupa’daki göçmen işçilerle ilgili araştırmasını, fotoğrafçı arkadaşı Jean Mohr’la birlikte hazırladığı Yedinci Adam kitabını yayımladı. Bu belgesel kitapta Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya, İtalya, Portekiz gibi ülkelerden sanayileşmiş ülkelere gelen işçilerin yola çıkışları, geldikleri yerlerdeki yaşama ve çalışma koşulları ve bunlar arasında geri dönenler varsa, onların durumları ele alınıyordu. Yedinci Adam hem işçilerin geldiği ülkelerde hem de Avrupa’da büyük bir ilgiyle karşılandı ve yılın kitabı seçildi. Türkçeye, Yunancaya, Arapçaya, İspanyolcaya ve Portekizceye çevrildi.

DOSTLAR, GEZİLER VE MİTİNGLER...

1978’de Yedinci Adam’ın Türkçe çevirisi yayımlandığında, mutlu bir rastlantıyla Berger’ı tanıyan ve İstanbul’da Kalenderhane’deki Bizans mozaikleriyle ilgili araştırmalar yapan bir arkadaşıyla tanıştık. Daha önce Berger’ın Sanat ve Devrim kitabını 1974’te yayımlayan Yankı Yayınları sahibi Kemal Demirel’le Berger’ı İstanbul’a davet ettik.

Kararlaştırdığımız tarihte verdiğimiz ev adresine, John Berger, eşi Beverly ve iki buçuk yaşındaki oğulları Yves’le geldi. Hazırladığımız sofrada onları bekleyenler arasında Cihat Burak, Can Yücel ve Mehmet Ulusoy gibi arkadaşlar da vardı. Konuklarımız Alplerdeki Quincey köyünden küçük Citroen arabalarıyla kazasız belasız gelmişlerdi. Sofrada hemen aileden birileri gibi bize katıldılar ve kırk yıllık dostmuşuz gibi sohbet başlamış oldu. Bergerlar Türkiye’de kaldığı bir aya yakın süre içinde İstanbul’un görülecek yerlerini gördü, sanat dünyasından birçok insanla tanıştı, bir arkadaşın evinde Ruhi Su’yu dinledi, bir başka arkadaşın evinde Beklan Algan’ın sahneye koyduğu Cesaret Ana ve Çocukları oyununu televizyondan izledi. Kumkapı’da Kör Agop’un meyhanesinde Yaşar Kemal’le türküler üzerine sohbet ettiler.

Bir ara İstanbul dışına çıkmak için gazeteci bir arkadaşın kılavuzluğunda önce Adapazarı’na, oradan Bolu ve Mudurnu’ya da gittiler. Adapazarı’nda Çark Gazinosu’nda onları ağırlayan Belediye Başkanı, Berger’ı Sait Faik’in amcaoğluyla da tanıştırmış. O da Berger’a Sait Faik’in Fransızcaya çevrilen öykü kitabını getirmiş, “Sabaha kadar Sait Faik okudum” demişti Berger döndüğünde. Bu kısa yolculuğun başka ilginç bir rastlantısı da Mudurnu’ya vardıklarında, Bülent Ecevit’in ünlü “Köy-Kent” mitingini izleme fırsatını bulmaları.

İstanbul’dan ayrılmadan önce Resim ve Heykel Müzesini gezen Berger orada Şeker Ahmet Paşa’nın “Orman” tablosu önünde durup o resmin ilginç perspektif özellikleri üzerine daha sonra yazacağı bir deneme için notlar aldı. Gitmeden önceki son akşam da arp sanatçısı Uğurtan Aksel’in evinde Niyazi Sayın’dan, Necdet Yaşar’dan ve Reşat Uca’dan ney, tambur ve kemençe dinledi. Ertesi sabah Edirne’den geçip Alplerdeki köyüne dönerken Selimiye’ye de uğrayan dostumuz yazdığı ilk mektubunda, “O sesler hâlâ kulaklarımda, Selimiye’nin kubbesi altındaki o düzen hâlâ gözlerimin önünde” diyordu.

KIŞIN ÜRETİCİ YAZIN IRGAT

Daha sonraki yıllarda John Berger, Beverly’yle iki kez daha geldi İstanbul’a. Önce Uluslararası İstanbul Film Festivallerinden birine jüri üyesi, daha sonra da İstanbul Kitap Fuarı’nın davetlisi olarak. Bu gelişlerinde de Latife Tekin, Tomris Uyar ve daha birçok başka yazarla tanıştı, panellere katıldı, Görme Biçimleri konusunda konuşmalar yaptı, Hakkari’de Bir Mevsim filmini seyretti.

İstanbul’da ziyaret ettiği bir gecekonduda raflardaki az sayıda kitap arasında Yedinci Adam’ı görünce kitabın yeni baskısına yazdığı önsözde bu kitabın kimlere seslendiği konusuna yeniden değinme ihtiyacı duydu. Bu önsözde, kitabın bazı yanlarının eskimiş olabileceğini ama burada insanın daha çok bir aile albümünde rastlayacağı hayat hikâyelerini, bir dizi yaşanmış anları bulabileceğini söylüyordu.

Avrupa’nın az gelişmiş ülkelerinden, daha doğrusu bu ülkelerin yoksul bölgelerinden yurt dışına giden insanlar arasında bir aile bağlantısı vardı. Bu bağlantıyı sağlayan da “o gün olduğu gibi bugün de göç olgusuydu.” Göç çoğu köy kökenli bu insanları yerlerinden yurtlarından ediyor, dillerini, törelerini bilmedikleri yaban ellerde onları yabancılaştırıyordu. Organik hayatı daha iyi anlamak için Berger, G’den sonra deneysel yenilikçi anlatımı bırakıp köylülerin yaşayışını yerinde görüp anlamak için Alplerde küçük bir köye yerleşti. Mevsimine göre onların üretim işlerine karışıp yazın bir ırgat gibi çalışarak o topluluğun bir parçası oldu. Kışın da yazar kimliğiyle bu insanların gerçeklerini daha geleneksel bir anlatımla yazmayı denedi.

Böylece Domuz Toprak; Bir Zamanlar Europa’da; Leylak ve Bayrak gibi romanlarla; Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü; Fotokopiler; Keeping A Rendevous; Kıymetini Bil Her Şeyin; Bento’nun Eskiz Defteri ve sık sık gene resim, heykel, fotoğraf, genel politika ve kültür konularını da içeren benzer deneme kitaplarıyla bilge bir anlatıcı olmayı sürdürdü.

Bu anlatıcılık rolünü senaryosunu filmin yönetmeni TimothyNeat ile yazdığı Play Me Something (Bana Bir Şey Çal) filminde oyuncu olarak canlandırdı. Bu filmde de görüldüğü gibi Berger’in anlattığı öyküler dinleyenlere hemen hemen her zaman umut verir nitelikteydi. Bana öyle geliyor ki umut onun yoksulluk, yoksunluk ve her türlü acı karşısında direnmenin nasıl gerçekleşeceğini gösteren şiirsel yoğunluktaki anlatımından kaynaklanıyor.

"ŞİİRİN YAŞANTIYA DUYDUĞU İLGİDEN DAHA DAYANIKLI BİR ŞEY YOK"

John Berger şiirlerini “Sözcükler”, “Tarih”, “Göç”, “Yerler” ve “Sevgilim” gibi başlıklar altında bölümlere ayırırken insanların hayatlarında kimlerle ve nelerle ilişki kurduğunu, nelerden ve kimlerden yoksun kaldığını, onları birbirlerinden ayıran ve birleştiren yaşantıların neler olduğunu değişik açılardan açıklamaya çalışır. Onun roman, deneme, senaryo vb. türlerde yazdıkları gibi, şiirleri de daha çok ezilenlerin, yenik düşenlerin, ölümcül hastalıklarla boğuşanların çektiklerini ele alsa da, doğanın kendini yenileyen gücüne ve insanın dayanıklılığına duyduğu inanç aynı zamanda daha insanca bir dünyanın yaratılabileceğinin umudunu aşılar okurlarına.

Kendisi şiirin bu gücünü şu sözlerle açıklıyor: “Şiir her şey arasında yakınlık kurarak dilin yaşantıya ilgi duymasını sağlar. Bu yakınlık şiirin çabasının bir sonucu, şiirin yöneldiği her eylem, ad, olay ve bakış açısını bunlar arasında kurduğu yakınlıkla bir araya getirmesinin bir sonucudur. Çoğu zaman dünyanın acımasızlığına ve umursamazlığına karşı çıkarılabilecek şiirin yaşantıya duyduğu bu ilgiden daha dayanıklı bir şey yoktur.”

Berger’ın toplu şiirlerini bir araya getiren Gökyüzü Mavi Siyah, tıpkı öbür kitapları gibi yurtsuzluğa, sömürüye, ezilmişliğe karşı bizi bu durumdaki insanlarla özdeşleşmeye, onlarla dayanışma içinde olmaya çağırıyor.