Özür patron ricasıydı kıramadım

Özür patron ricasıydı kıramadım

Usta gazeteci Oktay Ekşi'nin olaylı bir şekilde istifasını verdiği Hürriyet gazetesinden ayrılmasının ardından yaşanan polemikleri ve o süreçte yaşananları anlattı. İşte Ekşi'nin Akşam gazetesinden Şenay YILDIZ ile yaptığı söyleşi...

Başıma gelenler, Bekir Coşkun'un başına gelenlerin devamı'. Kırgın olduğu isimleri sıralayan Ekşi, patronuyla yaşadığı diyaloğu da paylaştı...

Satır arası...
Hürriyet Gazetesi'nin eski başyazarı ve Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi, 28 Ekim 2010 tarihli köşe yazısında kullandığı 'Şimdi analarını bile satan zihniyetin marifetlerini görüyorsunuz' ifadesinin ardından Başbakan Erdoğan'dan gelen sert tepki üzerine önce özür yazısı yazdı, sonra istifa etti. Hürriyet'ten önce Bekir Coşkun'un ayrılması, ardından Ertuğrul Özkök'ün Genel Yayın Yönetmenliği'ni bırakması ve son olarak da Ekşi'nin istifaya zorlanması 'Basında tasfiye mi yaşanıyor?' tartışmalarını tetikledi. Bu tartışma, Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce'nin 31 Aralık'ta kaleme aldığı yazısında 'Türkiye'deki asıl büyük değişimin medyada yaşanacağını' ifade etmesi ve Ertuğrul Özkök'ün 'bu bir tebligat' diye yanıtlamasıyla yeniden alevlendi. Bu nedenle, hem medyadaki tasfiye tartışmalarına ilişkin görüşlerini almak hem de Hürriyet başyazarlığından istifaya götüren sürecin perde arkasını dinlemek için Oktay Ekşi ile görüştük.

Hürriyet'ten ayrılmasının ardından Basın Konseyi'ndeki çalışmalarına ağırlık veren
Oktay Ekşi ile konsey binasındaki ofisinde görüştük. Ekşi'nin sorularımıza yanıtları şöyle:

Bugün durduğunuz noktadan, yaşadıklarınızı iktidar medya ilişkileri açısından nasıl yorumluyorsunuz?

İktidar medya açısından mesele var. Bir de Oktay Ekşi'nin kendi durumu var. Tayyip Erdoğan 2007 yılında tekrar iktidara geldikten sonra medyaya karşı tahammülsüzlüğünü azami hadde çıkarttı. Bunun ilk belirtileri, 'Medya hortumcudur, medyada iş takipçiliği almış başını yürümüştür, medyanın hortumlarını keseceğiz, yolsuzluklarını önleyeceğiz' türü tehdit nitelikli beyanlardı. 2008'de, galiba ocak ayıydı bu tenkitleri daha bir yoğunlaştı, somutlaştırdı. Aydın Doğan'a yönelik saldırı sürecini başlattı. İlk hatırladığım, Sabah Gazetesi aracılığıyla 'Vergi kontrolörleri vergi kaçırdığı için Aydın Doğan'a 3 milyar lira vergi cezası kesiyorlar' diye bir haber yapıldı. Bunun aslında özel maksada dönük bir ürün olduğunun farkındaydık.


Bunların bir maksadı var

Neden maksatlı olduğunu düşündünüz?
Hiçbir şirket grubuna dönük olmayacak şekilde 48 vergi denetmeni aylarca bütün kapılardan girip, 'bütün defterleri sonuna kadar tarayacağız' türü bir talimatla grubun karşısına çıkınca dedik ki, 'Bunların bir maksadı var'. Bir ihbar vardır, devlet tabi denetler ama böyle istila eder gibi geldiyse, o zaman bunda özel bir şey vardır demektir. Ya çok ciddi bir ihbar ya da talimat vardır. Tabii bunun ikincisinin olduğu sonradan çıktı ortaya. Daha sonra olayın sadece Doğan Medya Grubu'na yönelik somutlaşan bir saldırı tablosundan ibaret değil, bunun medyayı yıldırma amacı güttüğünü anladık.

Bu durum medyayı nasıl etkiler ki?

Bunun 'Mahallenin en büyüğünü döveceğim. Ondan da ötekiler dersi alır' iddialı bir kampanyanın parçası olduğunu teşhis ettik. Mahalledeki en büyüğü döverseniz, ötekiler kolaylıkla ders alır. Tabii aslında sadece ondan ibaret olmadığını da düşünüyorum. Erdoğan'ın aslında Türkiye'de şunu döveyim, bunu döveyim meselesi değil, 'Türkiye'deki yapıyı değiştirelim' meselesi olduğu ortada.


Bu iktidarla yıldızı katiyen bağdaşmaz

Neye dayanarak yorumluyorsunuz bunu?
Bakıyorsunuz tek tek, kurumları önce alıyor. Kendisine yandaş olan kalemler ve medyada kişisel bazda yıpratmalar başlıyor. Kaç tane hakim, entelektüel özel olarak linç edildi. İlk somut örneği Van'da Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın oldu. Efendi, işine ve kendi bilimsel dünyasına düşkün, entelektüel kalitesi olan bir adam. Tek özelliği var ki bu iktidarla yıldızı katiyen bağdaşmaz: Atatürk devrimlerine, Cumhuriyet'in temel değerlerine inanan bir aydın. Bu çok büyük bir kusur işte. Bu kusur yüzünden başına gelmedik kalmadı. Yücel Aşkın olayı bir prototipti. Sonra bütün üniversiteye yayıldı bu olay ve YÖK'ü de ele geçirdikten sonra üniversiteyi yıldırma kampanyaları başarıya ulaştı. Asker için, yargı için bunu yaptılar, entelektüeller için tek tek. Televizyonlarda tartışmalara çıkan ve Cumhuriyetin temel değerlerini savunan çok insanı artık göremiyorsunuz. Televizyonlarda Kemal Yavuz diye biri var mı, yok. Hurşit Tolon diye biri var mı, yok. Kemal Gürüz diye biri var mı yok. Böyle birçok örnek var.

Bu noktada 'eskiden de sadece bu isimlerin olduğu' dile getiriliyor. Bir çeşit hesaplaşma yaşandığı söyleniyor?
Nasıl bir hesaplaşma? Saydığım isimler Cumhuriyetin temel değerlerini koruyorlar. Bu konuda mutabıksanız, o zaman onlarla savaşanlar, Cumhuriyetin temel değerleriyle savaşıyor demektir. Onu söylüyorum zaten. Belli ki Türkiye'deki yapıyı değiştirme, Cumhuriyetin temel değerlerinden koparıp kendi anlayışına uyan bir Cumhuriyet hatta cemaşeriye haline çevrilmiş bir Cumhuriyet kurma kavgası var ortada. Onun için de Aydın Doğan'ın başına gelenin resmin medya kısmına düşenin bir parçası olduğunu söylüyorum. Onun için de Bekir Coşkun'un başına geleni eğer sayarsanız, Oktay Ekşi'nin başına gelenin de bir devamı olduğunu söylüyorum.

Analarını bile satan bu zihniyetin

Geri dönüp bakınca Oktay Ekşi ne yaşadı diye düşünüyorsunuz?
27 Ekim akşamı, yazım varsa hataları düzelteyim diye eve fakslandı. Bazı yanlışlar vardı, düzelttim. Yazıyı bitirip sonuna geldiğimde bitiş kısmını yeterince güçlü hissetmedim. O nedenle de altını çiziyorum -Ahmet'in Mehmet'in Tayyip'in demiyor- 'Bu zihniyetin, analarını bile satan bu zihniyetin marifetlerini görüyorsunuz' diye bitirdim. Burada özne ne? Zihniyet. Zihniyet bir kavram. Siz değilsiniz, ben değilim. Hukuk açısından sakıncası olmadığı sonucuna vardım, değiştirdim ve yazım 28 Ekim sabahı çıktı.

Bu tepkiyi bekliyor muydunuz?
Gazeteyi görünce 'Bu istismar edilebilir. Keşke başka cümle kullansaydım' düşüncesi oldu. Sabah 10.30 sıralarında cep telefonum çaldı. 'Orman Bakanı Veysel Eroğlu sizinle görüşmek istiyor' dediler. Sayın Bakan çıktı telefona, 'Oktay Bey yazınızı okudum. Katılmadığımı söylemek istiyorum' dedi. 'Neresine katılmadınız?' diye sordum. 'Beni çevre düşmanı bakan olarak yazmışsınız. Oysa Türkiye'nin yetiştirdiği birkaç çevre profesöründen biriyim' dedi. Çevre için yaptığı çalışmalara ilişkin örnekler verdi. 'Sayın Bakan bunları siz biliyorsunuz, ama benim konum zaten o değil. Ben bunları bilmiyorum. Keşke çevrenize talimat verseniz de bize anlatsalar. İlla size karşı husumet olarak yazacağımızı düşünmeyin ama İkizdere olayı, katılmadığım bir bakışınızın sonucu' dedim. 'Görüş farklılığımız olduğunu ama üniversite yıllarından beri beni takip ettiğini' söyledi. Doğru olduğunu söyledim. Çünkü o ayrı dünyanın insanı ben ayrı dünyanın insanıyım. 'Ama yazdıklarınızda samimi olduğunuzu, inandığınız şeyleri yazdığınıza kaniyim. O nedenle saygı duyarak okuyorum' dedi. 'Ankara'ya gelirsem, yüz yüze görüşmek istediğini' söyledi. Ben de dedim ki, 'İstanbul'a gelirseniz, ben de sizinle görüşmekten mutluluk duyarım'. 'Tabii' dedi. Neredeyse telefonda, sarılıp öpüşmediğimiz kaldı. Telefonu kapattık, bitti. O gün geçti. Telefon veya e-maille 'Niye böyle yazdın?' diyen tek kişi olmadı.

Tek bir tepki almadınız mı yani okurlarınızdan?
Hayır. 28 Ekim böylece geçti. Bugüne dek halen de 'niye o ifadeyi kullandınız' diye tek bir e-mail almadım.

Olaylar nasıl bu hale dönüştü?

Benim anladığım yakın çevresindekiler, zaten tasfiye edilmesi gereken kadroda olduğum için, 'Adam, analarını satanlar yazmış' diye Başbakan'ı dolduruşa getirdi. Yok, onu söyleyen tabii. Başbakan'a, bakana kimsenin bir şey dediği yok. Ertesi gün 11.00 sularında gazeteye geldim. Baktım ki ortalık karışmış. 'Genel Yayın Yönetmeni görüşmek istiyor' dediler, o sırada Enis (Berberoğlu) geldi, 'Sizin yazıyla oynayan birisi mi var? Sonlarda 'analarını da satan' diye bir ibare var mı?' diye sordu. Dedim ki, 'Ben yaptım onu. 'Her şeyi satan bir zihniyet' vardı, onu biraz güçlendireyim dedim. Hatta Unakıtan'ın 'Babalar gibi satarız' lafından aklıma geldi. Güçlendireceğim diye öyle yazdım' dedim. 'Büyük tepkiler var' dedi. Tabii o sırada sahibi belli değil tepkilerin.

İlk kez Enis Bey'den mi duydunuz tepki olduğunu?
Evet, başka kimseden bir şey duymadım. Bunu kelimelere döktük dersem yalan olur. 'Bana Başbakan kızdı' dedi dersem doğru olmaz, ama resimden çıkarttığınız o. Dedim ki, 'Enis, anladığım kadarıyla bir sıkıntın var. Bu kelimeleri yazan ve değiştirenin ben olduğumu söyledim. Sıkıntı varsa, bedelini öderim. Bunu baştan söyleyeyim şimdi gerisini konuşalım'. Enis 'Nasıl yaparız?' deyince, 'Ne olursa olsun bir okuyucu tepkisi olarak algılarım ben bunu ve ertesi gün okuyucuya dönük olarak bir yerinde özür diliyorum derim' dedim.

Sonra veda yazısını nasıl kaleme aldınız?
Baktım süreç kontrolsüz gidiyor, o gün Aydın Bey'le konuştum, 'Belli ki sıkıntı yarattı. Sizin için böyle bir tabloyu görüyorum. Bana düşeni yapacağımı da Enis'e söyledim' dedim. 'Bu bence gerçekten bir sıkıntı konusu Oktay Bey' dedi. 'Yazımın altına özür bölümü koyacağım' dedim. 'Bence tam yazın' dedi. 'Tam yazarım ama yanlış olur' dedim. Dengeli bir şey değil. Yanlış varsa düzeltirsin, hepimiz yanlışa açık insanlarız. 'Bence tam yazalım, daha doğru olur' dedi. Baktım ki ısrarı var, gazete patronunu kırmak için de bir sebep yok. 'Kanaatim tam özür dileyen bir şey değil. Ama böyle arzu ediyorsanız yaparım' dedim. Ertesi gün o yazıyı yazdım. Baktım ki kıyamet devam ediyor. Meğer 29'u akşamı Çankaya'da savaş ilan etmiş muhterem. O zaman fail belli oldu. Gürültünün nereden çıktığı aşikar hale geldi. Yetinmedi, birkaç gün sonra grupta 'Konsey Başkanlığı'ndan da tart edilsin' dedi. Dört gün sonra şiddeti geçmemiş. Bir gün sonra toplantımız var. 23 kişiden 22'si güvenoyu beyan etti. Bitti olay benim açımdan, göreve devam.

Hürriyet'ten istifa mı ettiniz, yoksa istifa mı ettirildiniz?

30 Ekim'de yazı işleri toplantısına katıldıktan sonra, 'yazı yazayım' diye yukarı çıktım. Telefonlar geliyor. Enis uğradı. 'Hala bitmedi galiba' dedim, 'Yok' dedi. 'Uzatmaya lüzum yok. Sen buradayken Aydın Bey'le konuşayım' dedim. Aydın Doğan'a dedim ki, 'Dünden beri yaşadıklarımız ortada, gördüğüm kadarıyla hala bu iş dinmedi. Bunun sizin için sıkıntı yarattığını ve yaratacağını görüyorum. Dün size de söylemiştim, Enis'e de söyledim. Bunun bir bedeli var. Bugün de bu tabloyu görünce tekrar arıyorum ve profesyonel bedelini üstlenmeye hazırım. Hatta Hürriyet'in başyazarlığından, Hürriyet'ten tamamen istifa ederim' dedim. 'Oktay Bey, beni rahatlatırsınız' dedi. 'Anladım' dedim. Hemen o saniyede, zaten Enis yanımda, 'İstifamı takdim ediyorum' dedim. İstifa ettirildi mi? Yaşadığım bu, istediğiniz teşhisi koyun. Olay bitti. Hala çok sevgiyle, saygıyla ilişkilerimi sürdürdüğüm dostlarım olarak devam edecekler.

İstifanız sonrası Ahmet Hakan'ın oldukça ilginç bir yazısı var, 'Hürriyet'te özel bir mekanizma çalışır yazıların denetimi için. Oktay Bey o mekanizmanın arkasından dolandı' diye. Hakikaten öyle bir şey yapmak için mi gece değiştirdiniz yazınızı?
Ahmet Hakan hangi terazide tarttı da böyle bir sonuca vardı bunu bilemiyorum. Ben 58 sene boyunca kendi meslek dünyasına, kurumuna bir kere dahi iki niyetli adam olduğum anlamına gelebilecek bir harekette bulunmadım. Bir defa çok temel bir ahlaki kusurdan yahut eksikten söz edercesine onu yazıyor. Ahmet Hakan beni tanır, ben de onu tanırım. Beni tanıyan Ahmet Hakan'ın böyle bir şey yazmasının sebebini bulamıyorum, açıklayamıyorum. Ya da kendime açıkladığım sebebi söyleyemiyorum. Yakıştıramıyorum bunu da Ahmet Hakan'a, çok üzüldüm. Beni bütün bir klasör dolusu bu süreç içerisinde Ahmet Hakan'ın o sözleri en ağır şekilde yaralayan sözlerdir. Çünkü, ahlaksızlıkla suçlayan bir ifade. Aynı şeyi ona söylemeyi çok ağır bulduğum için kendimi tutuyorum.

Bu süreçte meslektaşlarınızdan sizi hedef alan yazılar bir hayli çoktu. Şaşırttı mı bu sizi?
Hayır, şaşırtmadı. Basın Konseyi 88 yılında kuruldu. 22 senedir yaptığımız, gerektiğinde sizin ayağınıza basmaktır. Asıl 'Siyasi iktidara yaranmak için çok büyük bir fırsat elimize geçti' diyenler... Bir de kalemi kullanma sorumluluğuna sahip olmadan yazar olanlar var. Ayağı yerden kesilmiş, birilerine çatarak şöhret olma aracıdır gibi düşünmüş, terbiyeyle alakası olmadan meslekte yer kapmış kadroyla, laik ve Cumhuriyetin temel değerlerine sahip çıkan bir gazeteci olmam nedeniyle öteden beri kızan, ama aradığı fırsatı bulamayan kadro var. Bu üçünün oranı yüzde 50-60'ları buldu. Ötekileri de eklerseniz yüzde 70'e yakındır linç kampanyasına katılan. 'Maksadı bu değil. İnsafsızlık yapmayın' diyenler yüzde 30-35'lerdir. Ama gazeteci olarak pozitif ve negatif yazanlar arasında dikkate almaya değenler hemen hemen yarısıdır.

ZÜLFÜ LİVANELİ'YE KIRILDIM
Zülfü Livaneli'ye kırıldım. Çünkü kendisine küfrettiğimi yazdı. E-mail ile sordum. 'Sizi eleştirdiğimi hatırlıyorum, ama küfrettiğim anlamına gelen bir şey varsa sizden gücümün yettiği her yerde özür dilerim. Böyle bir şey yazmadan beni küfürbaz bir gazeteci olarak yazdığınıza göre, aynı şeyi sizden de beklerim' dedim. Bunu kasım ortasında yazdım. Ocak ayı ortasına geldik, geri dönmedi. O yazıyı bulup döneceğini söyledi ama dönmedi. Eleştiri yazısı yazmış olabilirim. Ama küfrettiğim çok haksız bir suçlama.