Tolga Gümüşay: Yazmanın büyülü bir yanı var
Özel İçerik

Tolga Gümüşay

Tolga Gümüşay, fotoğraflara sözcükleriyle hayat veriyor; onlara bir hikaye bırakıyor. Öylesine hisli, öylesine duygulu ki, bir fotoğraftan bahsederken onu adeta yaşıyor. Hayatını özgürce yazabilmeye göre yaşıyor ve çok çalışıyor. Gümüşay ile fotoğrafçılığa hayat vermek için seçtiği hikayeciliği, nasıl yazdığını, neler hissettiğini konuştuk. Tabii muhabbet koyuydu ve biraz uzadı. O zaman sizi uzun soluklu sohbetimizle başbaşa bırakıyorum...

YAZARKEN HAYATI DAHA İYİ KAVRAYABİLDİĞİM İÇİN YAZIYORUM


- Siz kendinizi nasıl tanımlarsınız? Tolga Gümüşay kimdir?

Özgürce yazabilmek için gelirimi reklamcılıktan elde etmeye devam ediyorum. Eşim ve oğlumla Ortaköy’de yaşıyor, haftada iki gece Galata’daki yazı evime çekilip sabahın erken saatlerine kadar yazıyorum. İnsanlara, doğaya, uzak ülkelere, sanat eserlerine, arka sokaklara karışmayı; onları doya doya seyretmeyi, anlamaya dahası hissetmeye çalışmayı, kendimi başkalarının aynalarında görmeyi seviyorum. Haftada üç gün Boğaz kıyısı ya da Belgrat Ormanı’nda kendim için, maratonlarda kanserli çocuklara umut olmak (KAÇUV)  için koşuyorum.  Aileme, yatılı okul kardeşlerime ve subay lojmanlarından çocukluk arkadaşlarıma düşkünüm.

- Peki ne için yazıyorsunuz?

Tek bir yaşamla yetinemediğim için, yazarken hayatı daha iyi kavrayabildiğim için, bunu ben mi yazmışım diye şaşırmak için yazıyorum. Basılmış olan on kitabımın tamamında tutkuyla bağlı olduğum İstanbul’a yer verdim. İstanbul Kareli Öyküler’in ardından şimdi yine onun başrolde olduğu bir roman üzerinde çalışıyorum.

Tolga Gümüşay İstanbul Kareli Öyküler röportajı

- Fotoğraf çekmeye ne zaman başladınız?

2011 yılında bir reklam ajansı kurunca, işlerimin yoğunluğu nedeniyle yazmaya ara verme kararı aldım. İstanbul ara sokaklarında amaçsızca dolaşmak, bende yazmaya benzer duygular yaratır. Kendinden uzaklaşarak ağırlıklarından kurtulma, başka yaşamlara karışma, yeni var oluşlar keşfetme, kendini çıkmaz sokaklarda ya da beklenmedik, eşsiz manzaraların karşısında buluverme gibi hissiyat ve süreçleri içinde taşıyan bu yolculuklara, yazmadığım dönemde daha çok ağırlık verdim.

- Ve…

Ve o esnada bana ilginç gelen, yüreğime dokunan insanları, tarihi yapıları, manzaraları, rastlaşmaları cep telefonumun kamerasıyla kaydetmeye, aslında kendimce ileride yazacaklarım için görsel notlar oluşturmaya başladım. Aynı dönemde Instagram adında bir uygulamadan haberdar oldum. Çektiğim fotoğrafları oradaki galerimde paylaşmaya başlayınca, fotoğrafın coğrafya, dil, yaş ya da başka herhangi bir sınır tanımaksızın insanlar arasında ne kadar hızlı ve güçlü bağlar kurabildiğine tanık oldum. Sonra fotoğraf çekmek kendiliğinden gündelik hayatımın parçası haline geldi. Sıradan deyip kıyısından geçtiklerimizin içindeki, ardındaki, ayrıntılarındaki farklılıkları, güzellikleri yakalama, dahası paylaşma oyununu çok sevdim.

YÖNTEM OLARAK HİKAYECİLİĞİ SEÇTİM


- Peki ya fotoğraflara hikaye yazmaya ne zaman başladınız? Ya da nasıl? Bu başlangıcın da bir hikayesi var mı?

Soğuk bir kış günü üzerindeki herkesle, her şeyle birlikte kara kalemle çizilmiş gibi görünen Galata Köprüsü; Kabataş’ta tek başına dalgaları kırbaçlayan balıkçı; denize avuç avuç ekmek atarken martıları kovalayan yaşlı kadın; sisler arasında Gedikpaşa yokuşunu tırmanan ihtiyarlar; Beşiktaş’ta bir meyhanede ne konuşabilen ne de ayrılabilen beyaz yakalı çift…

- Tanımlarken bile hikaye doğuyor sanki içinden…

Onları yazmam, onlar hakkında neler hissettiğimi de anlatmam gerekiyordu. Ne görüntüler, ne de kelimeler… Aslolan duygulardır. Diğer her şey duyguları başlatmak, harekete geçirmek, hatırlatmak içindir. Kim olduğumuzu, kendimiz ve etrafımızdakiler hakkındaki değerlendirmemizi, duygularımız belirler. Ben de yalnızca fotoğrafını çekmiş kişi olarak değil, o anın öncesine ve sonrasına da tanıklık etmiş; sesini, kokusunu da duymuş, binlerce başka uyaran arasından o karedekilere kilitlenmiş ve hissettirdiği yoğun bir duygu nedeniyle onu kalıcı hale getirme ihtiyacı hissetmiş kişi olarak; karşımdakine hissettiklerimi daha yoğun geçirebilirdim.  İşte bu tercüme ya da derinleşme gereksinimi nedeniyle sözcüklerden yardım almaya başladım. Yöntem olarak da hikayeciliği seçtim.

Tolga Gümüşay İstanbul Kareli Öyküler röportajı

KURALDAN ÇOK HEYECANI VAR


- Bu şekilde fotoğraflara hikaye yazmanın da bir sistemi, kuralı var mı?

Kuraldan çok heyecanı var.

- Nasıl bir heyecan bu?

Yani dert edindiğin, donanımlı olduğun, ilgi çekeceğini düşündüğün bir konu hakkında yazmak yerine; rastgele bir fotoğrafın peşinden yola çıkmanın heyecanından söz ediyorum…

- Peki bir tekniği nedir?

Dediğim gibi, bana yoğun bir duygu ya da çatışma hissettiren fotoğrafları seçiyorum. Sonra da o fotoğraftaki unsurları hikayenin parçası haline getirerek, başlangıçta hissettiğim duyguya uzanan bir kurgu oluşturuyorum. Kurguda yer alacak karakterlerin hayat tarzları, mekanlar ya da varsa teknik konular hakkında araştırmalar, gözlemler yapıyorum. Bunları içselleştirdikten, bendeki karşılığını bulduktan sonra da öyküyü şekillendiriyorum. Benim için de deneysel; sezginin çoğu zaman akıldan daha etkin rol oynadığı, sürprizlerle dolu bir serüven bu. Sanırım en çok bu meydan okumayı, yönümü yazarken bulmayı ve sonunda kendimi de şaşırtmayı seviyorum.

- Bu konuda yazarlık atölyeleriniz var mı? Ya da yapmayı düşünüyor musunuz?

Yazmanın büyülü bir yanı var benim için. Onu fazla kurcalamak, mekanikleştirmek istemiyorum. Öte yandan kendi tecrübemi zamanım el verdiğince okullarda, etkinliklerde aktarmaya; gençlere kendi yollarını bulmaları için ilham vermeye çalışıyorum.

- Nasıl geçiyor peki?

Projenin fikri, yani çektiğin bir fotoğrafa bakarak öykü yazma yöntemi, ilgiyle karşılanıyor. Görselliğin giderek algıdaki etkinliğini artırdığı, fotoğrafın bir cep telefonu fonksiyonu haline geldiği bir çağda, gençleri edebiyata davet etmek için cesaret verici bir ilk adım gibi görünüyor. Geçtiğimiz yıl bir lisede Kareli Öykü Yarışması’nın jüriliğini dahi yaptım.

- Başka böyle güzel şeyler de oldu mu?

Yine projemden etkilenerek kareli şiirler kitabı çıkaran bir okul oldu. Bence harika açılımlar bunlar. Yazmak da şart değil... Tiyatro oyununu sahnelemek için hazırlanan bir grup, öykülerden birine şarkı yapan bir arkadaşımız var. Kareli Öyküler ne kadar çok insana kendi sesini, ifade biçimini bulma konusunda katkıda bulunursa o kadar mutlu oluyorum.

Tolga Gümüşay İstanbul Kareli Öyküler röportajı

HER HAFTA OKURLARLA ETKİLEŞİM HALİNDE OLMAK BENİ BİR KÖŞE YAZARI GİBİ ÇALIŞMAYA İTTİ


- 2012’de internet ortamında başlattığınız “Kareli Öyküler Projesi” ile ulaşmak istediğiniz hedef neydi?

Dijital dünya ile edebiyat ürünleri arasındaki uçurumun giderek büyüdüğünü gözlemliyordum. İnsanlar her geçen gün sosyal medyada daha uzun zaman geçiriyor, paylaştıkları içerikler ise giderek yüzeyselleşiyordu. Ben, istatistiklerle üç beş kelimeden fazla okumadığı, videolardan dahi ortalama dört beş saniyede sıkıldığı tespit edilen modern zaman insanının, aslında daha derin ve duygusal paylaşımlara özlem duyduğunu savunuyordum. İşte 2012’de bu düşüncelerle temelini attığım “Kareli Öyküler” platformunu, 2016’da blog haline getirdim. Her hafta fotoğraf kareli bir öykü yayınlamaya ve bu öyküleri sosyal medya hesaplarımdan duyurmaya, paylaşmaya başladım.

- Ulaştınız mı peki?

İsteyen, istediği yerden, istediği saatte ücretsiz olarak öykülerime ulaşabilecek, haftada sadece 5-6 dakikasını ayırarak edebi bir lezzet tadabilecek ve beğenirse ertesi hafta yeni bir öyküyü yine aynı adreste bulabilecekti. Kareli Öyküler sayfası Facebook’ta 21.000 takipçi sayısına ulaştı. Öykülerimi önce binlerce, sonra on binlerce kişi okumaya başladı. Bu rakam 50.000’e kadar yükseldi. Bir kareli öyküye tıklayan okur, ortalama 6 dakika sitede kaldı. Yani tıklayıp geçmedi, gerçekten okudu. Her hafta okurlarla etkileşim halinde bulunmak, binlerce paylaşım ve yorumla cesaretlendirilmek beni de daha üretken olmaya, bir köşe yazarı gibi çalışmaya itti.

Tolga Gümüşay İstanbul Kareli Öyküler röportajı

KARELİ ÖYKÜLERİMİN BÜYÜK BÖLÜMÜNÜN İSTANBUL SOKAKLARINDA YEŞERMESİNİN ÇOK FAZLA NEDENİ VAR

- Bazen bir sokak, bazen bir yoğurt kovası; ne çok kareyi bir fotoğrafa mühürlemiş de hikayeler yazmışsınız. Size bu hikayeleri yazdıran o şey ne? Bir fotoğrafa baktığınızda ne görüyorsunuz, bu işin duygusu nedir, merak ettim doğrusu?

Fotoğraf bir odaklanma aslında. Gürül gürül akan yaşam nehrini bir an için dondurma arzusu… Her şeyi dışarıda bırakıp anlamı küçücük bir karenin içinde arama. Aslında dünya denilen büyülü sahnedeki en küçük parçanın dahi bütünün tüm özelliklerini kendi içinde barındırdığını fark etme… Bana hikayeleri yazdıran bu farkındalığı tekrar tekrar yakalama ihtiyacı sanırım. Issız bir sokakta, eski bir çerçeveden iple sarkıtılmış yoğurt kovasında, hüzünlü bir bakışta hepimize ait ne çok şeyin gizli olduğunu ortaya çıkarabilme arzusu. Üzerindeki kabukları soyunca, kirini pasını temizleyince ortaya çıkan aynada kendini görmenin büyüsü. Başkalarını anlamak için yola çıkıp, kendini keşfetmenin şaşırtıcı, birleştirici ödülü. Ancak herkesle, her şeyle bir ve uyum içinde olduğunda kendini gerçekten iyi hissedebileceğini sezmenin bir sonucu.

- Fotoğrafların İstanbul’da geçmesinin buranın çok güzel bir şehir olması dışında bir sebebi var mı? Bir başka ülke için de böyle bir kitap çıkarmayı, bu seriyi çoğaltmayı düşünüyor musunuz?

Öncelikle şunu belirteyim. Benim İstanbul’um, eski İstanbul. Yani Sultanahmet, Eminönü, Süleymaniye, Kadırga, Kumkapı, Yedikule, Samatya, Galata, Beyoğlu, Tarlabaşı, Balat, Boğaz köyleri… Bu semtlerde yüz yıllara tanıklık etmiş olmanın bilgeliği var. Farklı İmparatorlukların, milletlerin, dinlerin, göçlerin, kültürlerin izleri var. Terk edilmiş binalarının duvarlarında bir dönemin görkemli yaşamlarının, esrarengiz olayların, cinayetlerin, aşkların, duaların, günahlarının, korkuların gölgesi var. Boya katmanları gibi üst üste binmiş yaşamların renkleri, dokuları var. Apartman boşluklarında saklanan asırlık kokular var. İlk sahiplerinden uzak düşmüş binalarla, köylerinden ayrı düşmüş Anadolu insanlarının zoraki birlikteliği var. Farklı coğrafyalardan İstanbul kıyılarına sürüklenmiş Afrikalı ve Asyalıların ayakta tutmaya gayret ettikleri umutları, sefil hayatları var. Tarihi bir dekorun içinde, onun hiç farkında olmaksızın hayatını sürdüren alçakgönüllü, muhafazakar insanlarımız var. Yani kareli öykülerimin büyük bölümünün İstanbul sokaklarında yeşermesinin, onun güzel bir şehir olmasından çok daha fazla nedeni var. Öte yandan dünyanın herhangi bir köşesinde de kareli öyküler yazılabilir elbette. Küba’da, Kenya’da, İngiltere’de, Fransa’da, Karadağ’da, Çek Cumhuriyeti’nde, Almanya’da İsveç’te, Türkiye’nin farklı bölgelerinde, kasabalarında köylerinde fotoğrafı çekilip, hikayesi yazılmış kareli öykülerim de var.

Tolga Gümüşay İstanbul Kareli Öyküler röportajı

HİKAYESİNİ BİR KEZ YAZDIKTAN SONRA, FOTOĞRAF ZİHNİME, KALBİME SİLİNMEZ BİÇİMDE İŞLENİYOR


- Daha önce bir romanınızla ilgili belgesel projesi olmuştu sanırım. Bu kitapla ilgili de böyle bir proje var mı?

Hiç Kimsenin Kenti adlı romanımla ilgili, Galata sokaklarında kitabıma ilham veren köşeleri anlattığım bir belgesel çekildi ve hala yayınlanıyor. Henüz bu kitapla ilgili böyle bir proje yok. Ama neden olmasın? Kareleri hareketlendirmek keyifli olur bence.

- Bir fotoğrafa tekrar dönüp baktığınızda size anlattığı bir başka hikaye daha çok çekiyor mu? Değiştirdiğiniz oldu mu?

Hayır. Hikayesini bir kez yazdıktan sonra, fotoğraf zihnime, kalbime silinmez biçimde işleniyor. Artık o fotoğrafın gerçek hikayesini pek de merak etmiyorum. Benim yarattığım haliyle içimde yaşıyor. Yazdıktan sonra da hayatını sürdürebiliyor. Örneğin Boğazkesen’de bir kahvehanede oturmuş, üstü başı dökülen, saçı sakalı birbirine karışmış bir adam görmüştüm. Bacak bacak üstüne atışı, çay kaşığını tutuşu ve çayını karıştırışı ise genel görüntüsü ile tezat oluşturacak biçimde nazik ve zarifti. Onun o kaba saba kabuğunun altındaki incelikli özünü aktaran “Mezarcı” adlı bir öykü yazdım. "Zarif adamdı aslında. Çocuklarla köpekler dışında bunu kimse bilmiyordu” diye biten bir öykü… Daha sonraki yıllarda aynı adamı defalarca Tophane civarında gördüm. Çekçek arabasıyla kağıt topluyordu. Hatta birkaç kez fotoğrafını da çektim. Yanına gidip konuşabilir, gerçek hikayesini dinleyebilirdim. Ama istemedim. O benim ve okurum için Mezarcı'ydı ve hep öyle kalmalıydı.

Yazarlık serüveninize 2001’de çocuk kitaplarıyla başladınız. Çocuklara özel de kareli öyküler yazmayı düşünüyor musunuz?

Haklısınız, 2001’de yazarlık serüvenim bir gençlik romanı ile başladı. Ancak ben hiç bir zaman çocuklar, gençler için yazmadım. Onlar hakkında; her yaştan okurun okumaktan keyif alacağı, kendinden bir şeyler bulacağı kitaplar yazmaya çalıştım. Çocukluk ve gençlik insanın kendini en çok aradığı, inşa etmeye çalıştığı, olasılıklara en açık olduğu, en kırılgan ve coşkulu dönemi.  Yani iyi edebiyat için elverişli, verimli topraklar… Ben de kendi çocukluğunu, gençliğini seven bir yazar olarak bu topraklarda çalışmayı seviyorum. Öznesi çocuklar ve gençler olan kareli öykülerimden bir seçki yaparak 2018 başında “Genç Kareli Öyküler” adıyla kitaplaştırdık.

Tolga Gümüşay İstanbul Kareli Öyküler röportajı

(Bugünün anısına, Adile Naşit 11 Aralık)

YAZDIĞIM BİR ÖYKÜYE FOTOĞRAF ÇEKMEK İÇİN HİÇ SOKAĞA ÇIKMAM GEREKMEDİ


- Hiç kafanızda çoktan yazılmış bir hikayenin fotoğrafını çektiniz mi?

Kareli Öyküler, fotoğrafın yazmaya ön ayak olduğu bir proje… İstisna olarak bazı tarihi öykülerde önce hikaye kafamda oluşuyor; sonra onun ruhunu taşıyan bir fotoğraf aramaya koyuluyorum. Böyle durumlarda da elimin altındaki binlerce fotoğrafı tarayıp, içlerinden hikayeye en uygun olanını seçiyorum. Bugüne dek, yazdığım bir öyküye fotoğraf çekmek için hiç sokağa çıkmam gerekmedi.

-Fotoğrafa hikaye yazmanın, sadece oturup bir öykü yazmaya göre zorluğu/kolaylığı var mı?

Elbette, her yöntem gibi kolaylıkları ve zorlukları var. Fotoğraf; hiç aklınızdan geçmeyen konularda yazmaya teşvik ettiği, size üzerinde yükselebileceğiniz bir zemin sağladığı, belli bir merkeze odakladığı, hikayenin inandırıcılığı konusunda kanıt oluşturarak elinizi güçlendirdiği gibi; özgürlüklerinizi kısıtlayabiliyor, bazen bilmediğiniz sokaklarda yolunuzu kaybetmenize de neden olabiliyor.

-Artık insanlar özellikle Instagram sayesinde amatör olarak hem fotoğrafçı hem de yazarlar. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? İnsanların kendi yaşamlarının kahramanı olmak istedikleri bir devirdeyiz. Herkes kendini ifade etmek, iletişim kurmak, beğenilmek, onaylanmak istiyor. Fotoğraf ve yazmak, bugün kendini ifade etmenin en pratik yöntemleri, nereden bakarsanız. Bu nedenle ben şaşırmıyor, destekliyorum. İnsanların Instagram galerilerine şöyle bir bakın. Bugünkü fotoğraflarının gerek estetik, gerekse kompozisyon anlamında birkaç yıl öncekilere göre çok daha iyi durumda olduğunu göreceksiniz. Aynı şey yazı için de geçerli. Kırk yılda bir mektup yazmak dışında yazılı iletişimi neredeyse unutmuşken artık her gün birbirimize satırlar, sayfalar dolusu yazılar yazıyoruz. Yaratıcılığımızı, duygularımızı, mizahı, ikna çabalarımızı yazılı olarak ifade etmeye çalışıyoruz. Bunlar fena gelişmeler değil.

- Bu, bizi sizce edebiyattan/sanattan uzaklaştırıyor mu, yoksa ona yaklaştırıyor mu?

Edebiyat ve sanata ulaştırır diyemeyiz, ama uzaklaştırır da diyemeyiz. Aslolan vasata teslim olmamak; gündelik hayatta, kendi deneyimlerimizde, başvurduğumuz kaynaklarda hep daha estetik, daha derin, daha anlamlı olanı aramaya devam etmektir. Elbette ki bunları sanat ve edebiyat eserlerinde bulabilmek çok daha kolaydır.

Tolga Gümüşay İstanbul Kareli Öyküler röportajı

ÇOKÇA UMUTLANDIM


- Belki ayrım yapmak çok zor; ama hikayeleriniz arasında en özeli hangisi?

Çektiğim binlerce fotoğraf ve yazdığım yüzlerce öykü arasından bu kitapta yer almayı hak ettiğini düşündüğüm yirmi yedi kareli öyküden bahsediyoruz. Bu soruya yanıt vermem gerçekten çok zor. Yine de sizi kırmamak adına, şunları söyleyeyim: 'Yoğurt Kovası' adlı öykümü daha önce blogumda yayınladım. Tam 25.000 kişi tarafından okundu. Yüzlerce kişi tarafından sosyal medyada paylaşıldı.10 sayfa uzunluğunda bir öykünün dijital ortamda bu kadar büyük ilgi görmesinden etkilendim. Ve çokça umutlandım. Bir de "Gözlerinin İçi” adlı öykümün fotoğrafındaki kadın beni derinden sarstı. Kumkapı’da plastik bir taburenin üstünde, asırlık bir binaya yaslanmış oturuyordu. Ellerini tutuşu, bacak bacak üstüne atışı, ak saçları, kapkara kaşları ve delice bakışlarındaki derin hüzün öylesine sert ve gerçekti ki, tokat gibi suratımda patladı. Ona layık bir karakter yaratabilmek için epeyce uğraştım. Sonunda gerçek adını bile bilmediğim bu kadına ait öykümü okuyup, onu gerçekten tanıdığını ve hayat hikayesinin tastamam öyküdeki gibi olduğunu iddia eden okurlar çıktı.

- Şu sözcüklerin sizdeki karşılıklarını tek kelime ile ifade eder misiniz?

Fotoğraf: An.

Sanat: Özgürlük.

Yazmak: Varoluş.

- Şu anda hangi kitabı okuyorsunuz? Okurlarımıza da tavsiye eder misiniz?

Ümit Bayazoğlu’nun “Uzun İnce Yolcular” adlı kitabını okuyorum. Cumhuriyet tarihimizden 42 sıra dışı portre; samimi bir dille, ilginç, dokunaklı yönleriyle ele alınmış. Bu toprakların çok renkli, çok sesli mozaiğini hoş bir derleme ile sunan bir tür sivil cep ansiklopedisi. Tavsiye ederim.

: Teşekkür ederim.

Tolga Gümüşay: Ben teşekkür ederim.

İstanbul Kareli Öyküler videosuna ulaşmak için tıklayınız.

Instagram: biyografivekitap