Hüseyin Kural, Kısa Çizgiye Kısa Diyebilenlerin Hikayesi’ni anlatıyor
Özel İçerik

Beş yaşında konuşmaya başlamışım ben. Kelimeler bana gelmek için çok nazlanmışlar. Şimdi onların kıymetini çok iyi bilirim.” diyor Sevgili Kural. Gerçekten de öyle! O, kelimelerin kıymetini iyi biliyor. Öykülerini okuduğum için gönül rahatlığı ile söyleyebilirim. Sohbetimizin sonunda biliyorum ki, Marquez’in de kıymetini iyi biliyor. Ve Ece Ayhan'ın! Ve İlhan Berk'in!

Aslında böyle bir yorumda bulunmazdım; ama ruhlarımızın yaptığı karşılıklı sohbetten sonra şöyle bir cümle var artık söylenmesi gereken: Yazar, fark etmese de burada kendini depresif biri olarak tanımlıyor. Evet, tüm röportajımız boyunca Hüseyin Bey’in depresif ve ütopik yaklaşımları arasında enfes bir sohbet gelişti. Bir röportajla başlayan yolculuk, kim bilir belki de bir öyküye dönüşmek istedi ve dönüşüverdi. İşte bundan sebep uzun bir röportaj okuyacaksınız; ama merak etmeyin akıp gidecek…

“ÖTME BÜLBÜL ÖTME, ŞEN DEĞİL BAĞIM” DİYEBİLİRİM ŞU ANKİ RUH HALİME

- Hüseyin Kural kimdir? Aslında bu soruyu şöyle sormayı tercih ediyorum. İnternet çağı, az çok hakkınızda bilgiye ulaşmak mümkün elbet; ama bundan ziyade siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Bu sorunuzu cevaplayabilmek için ihtiyacım olan gerekli donanıma ve bilgiye sahip olabilmeyi o kadar çok isterdim ki! Karşınıza çıkayım, kendim hakkında takır takır aksansız konuşabileyim, ah ne güzel olurdu. 41 yaşındayım yani bu demektir ki hemen hemen 15.000 gündür falan şu dünya denen yerdeyim ve hala “kendini tanıma ve tanımlama” bahsi söz konusu olduğunda, başka şeylerden yardım dileniyorum. Yardım dilendiğim şeyler neler mi? Filmler, şarkılar, kitaplar... Ne garip şey bunlar olmadan insanın kendini tanımlayamaması değil mi?

- Öyle tabii…

Kendimi tanımak ve yeri geldiğinde kendimi diğer insanlara noksansız bir şekilde tanıtmak adına kendi kendime geliştirdiğim şöyle bir yöntemim var aslında. Sevdiğim insanlar üzerinden varıyorum kendime ve şöyle diyorum: “41 yaşındasın Hüseyin, yani Jack London’ın öldüğü yaştasın.” Bu yöntem 39 yaşındayken kendimi değil; ama Boris Vian’ı anlamamı sağladı mesela. Çünkü o bir sinema salonunda kendi romanından uyarlanan filmi izlerken kalp krizinden öldüğünde henüz 39’undaydı ve arkasında bir sürü roman, oyun ve senaryo bırakmıştı. Ben yıllarca okuyup, yazdım çeşitli işlerde çalıştım ve sonunda 41 yaşında ilk öykü kitabımı yayınlatabildim; iyi mi kötü mü bence buna siz karar verin.

- Her insanın yaşam döngüsünde bir zamanı var belli ki!

Bana soracak olursanız bu ilk öykü kitabımdan bağımsız, kendime, sevdiklerime ve sevmediklerime baktığımda durum çok da iç açıcı gözükmüyor; yani “Ötme bülbül ötme, şen değil bağım” diyebilirim şu andaki ruh halime.

- Yazmaya ne zaman ve nasıl başladınız? Biyografinizde şöyle bir cümle çekti beni: “Almancada “içinde bulunulan dünyadaki şeylerin istenildiği gibi olmayacağını bilmek ve bundan acı duymak” anlamına gelen bir kelime olduğunu öğrendiğinden beri kendisini külliyen edebiyata verdi.”

Okumayı ve yazmayı öğrenir öğrenmez, anneme ve babama küçük küçük kağıtlara yazılmış notlar verdiğimi hatırlıyorum. “Geçmiş Olsun!” gibi, “Doğum Günün Kutlu Olsun!” gibi şeylerdi. Şimdi siz sorduğunuzda tekrar düşündüm de, ben neden bu tip cümleleri onlara söylemeyip yazıyordum ki? Abim böyle yapıyordu muhtemelen. Büyük ihtimal ben dikkat çekmek isteyen küçük çocuk olarak değişik bir şey yapmak istemişimdir ve böyle böyle dikkat çekmeyi başarabildiğimi öğrenmişimdir. Ondan sonra gerisi geldi galiba.

- Peki ya şu Almanca kelime?

Evet, biyografimdeki o Almanca kelimeye de açıklama getirmeliyim elbette. Üniversiteden mezun olduktan sonra 12 yıl aralıksız bir şekilde reklam sektöründe çalıştım. Reklam yazarıydım. Çok yorucu ve tüketici bir iştir. O dönem hep üniversitede kalıp edebiyat fakültesinde hoca olmadığıma pişman olduğum bir dönemdir. Çünkü edebiyattan uzaklaşıyordum, yazı yazıyordum ama edebiyatla uzaktan yakından ilgisi yoktu. Bir şeyler değişir umuduyla çalıştım durdum. Hiç bir şey değişmedi; ne ben daha iyi ve zengin bir adam oldum, ne de sektör kaliteli elemanları barındıran bir hale geldi. Fakat bir gün cesaretimi toplayıp gerçek bahçeme, yani edebiyata döndüm. Masaya, hiçbir şeyin değişmeyeceğini bilmenin verdiği acıyla oturdum. Almanların bundan haberi yok, ne acı; hemen benim için hem de onlar için...

- Yazma rutininiz nedir?

Bu soruyu cevaplamadan önce size bir bilgi vereyim: Hemingway, ustalık eseri “Yaşlı Adam ve Deniz” romanını 100 küsur kez silip yeniden yazmış. İnsanın ceketinin bütün düğmelerini ilikleyesi geliyor. Büyük ustalık! Yazıya karşı büyük bir sorumluluk! Şimdi de size kendimle ilgili bir bilgi vereyim: Öykülerimi kafamda tasarlıyorum ve eğer tamamlandıklarına inanıyorsam oturuyorum ve tek seferde yazıyorum. Bir günde, bazen de iki günde. Yazıp bitirdiğimde artık o öyküyü, o karakterleri unutuyorum. Yeni bir öykünün ilk ipuçlarını aramaya koyuluyorum bile. Büyük küstahlık dediğinizi duyar gibiyim.

- Estağfurullah…

Fakat size şunu hatırlatmak isterim ki, hayali edebiyatçı olmak olan bir adam yıllarca reklam metni yazarak vakit kaybettiğini anladığında biraz hızlanması gerekiyor. Hatta sıkı durun, size daha ilginç bir şey söyleyeyim; ilk kitabımdaki 19 öyküyü bir buçuk yıl gibi bir sürede yazmıştım. Bir yayıncı bulup bastırabilirsem eğer ikinci kitabım için yazdığım, ki yine 19 adettir, öyküleri beş ay gibi bir sürede yazdım. Bence küstahlıkla boy yarıştıran patolojik bir durum var ortada.

(Ece Ayhan)

KARAKTERLERİN ADI SIRAYLA İLHAN, BERK, ECE, AYHAN! YANİ İLHAN BERK VE ECE AYHAN!

- Bizi buluşturan, “Kısa Çizgiye Kısa Diyebilenlerin Hikâyesi.” Peki bu kitabın kendi hikâyesi nedir?

Öncellikle şunu söylemeliyim ki; bu kitaptaki öykülerin çoğu aslında bir kitapta yer alsın diye yazılmadı. Reklam ajanslarında tam zamanlı çalışmayı bırakıp free-lance reklam yazarlığı yapmaya, yani aslında evde iş beklerken boş boş oturmaya başladığım bir dönemde yazı yazmayı özlediğim için yazma hevesimi canlı tutmak için yazıldı çoğu. Tabii ki bunların hangileri olduğunu da söylemeyeceğim. Orhan Veli’ye bir gönderme yaparak şöyle söyleyebilirim: “Onları da edebiyat tarihçileri bulsun.”

- Hangi yollardan geçti de oturdu raflara?

Uzun bir süre reklam işinin gelmemesinden dolayı benim yazı yazamadığım ve kalemimim zayıflamaması açısından bir kaç kişiye okutmak için yazdığım öyküleri o bir kaç kişi o kadar beğendi ki, artık zamanı geldiğini bu işi daha ciddi tutup bir kitap hazırlığına girişmem gerektiğini söylediler ağız birliği yapmışçasına. Onların da cesaretlendirmesiyle ben o yıl öykü dosyamı hazırladım ve beklemeye başladım. Bir yayıncı kapımı çalsın ve benimle inanılmaz cazip bir telif yüzdesiyle sözleşme yapsın diye. Meğer öyle olmuyormuş. Öykülerden oluşan o dosyayı yayınevlerine yollayıp aylarca beklemek gerekiyormuş. Öyle yaptım. 41 yıl bekledikten sonra bu yıl Temmuz ayında kitap okuyucuyla buluştu.

(İlhan Berk)

Not: İlhan Berk biyografisi okumak için tıklayınız.

- “Kısa Çizgiye Kısa Diyebilenlerin Hikâyesi”nin sizin için özel yanı nedir?

En sevdiğim ve üzerinde en çok durulmasını istediğim öykünün adıdır. Bakış açısı tekniğiyle yazılmıştır. Ülkenin son yıllarda içinden geçtiği durumun insanlar üzerindeki etkilerini tartışmaya açmak isteyen bir tarafı var bu öykünün. Bu açıdan bakıldığında biraz tahrik edici, saldırgan ve cesur bir sesi vardır göndermelerine bakıldığında, alt metni iyice incelendiğinde.

- Bunun için mi kitaba da adını verdi?

Kitaba bu adı vermem, biraz mesleki deformasyonla ilgili olabilir. Orada da benim eski alışkanlıklarım girmiş devreye. Olaya biraz reklamcı kafasıyla bakmışım anlaşılan. “Stratejik ol demiş, dikkat çek!” demiş reklamcı tarafım kitabın ismini koyarken. Ayrıca şimdi şimdi fark ediyorum ki, bu ismi koymam bir açıdan da iyi olmuş. Bu da şu; değişik ve uzun ismiyle hep eleştirdiğim ana akım edebiyattan uzak olduğunu daha kapakta anlatıyor kitap. Adıyla bile safını belli ediyor yani ilk göz ağrım.

- Öykülere değinmeden önce bizi ilk olarak teşekkür kısmı karşılıyor. Bu bölüm, diğer kitaplardan farklı bir enerjiye sahip bence. Teşekkür etmeye başka bir açıdan bakıyorsunuz ve bence çok doğru. Bunu konuşalım mı biraz?

O teşekkür kısmıyla ilgili çok ilginç tepkiler alıyorum. Mesela bir tanesi abimden geldi, ki kendisi öyküleri ilk okuyan birkaç kişiden biridir, bu bölümün en iyi öyküm olduğunu söyledi. Hala da öyle düşünüyor galiba. Keşke hep o kadar kısa ve etkili yazabilsem diye düşünmüştüm abim bunu söyledikten sonra. O zaman Eduardo Galeona’ya da teşekkür etmek zorunda kalabilirdim işte. Çünkü o işin ustası odur bence ve çok zordur yaptığı şey.

Bu arada yeri gelmişken söylemeliyim ki, ilginç kitap ithaflarının ve teşekkür yazılarının sıkı bir takipçisiyim. Hatta yapıldı mı bilmiyor; ama bir gün sadece bunları derleyen bir kitap hayalim bile var uzun süredir. Eğer bir gün bu hayalimi gerçekleştirirsem Sefa Kaplan’ın kitaplarındaki ithafları ilk sayfalara koyacağımdan emin olabilirsiniz. Bir de edebiyat tarihçileri şunu araştırabilir mi; benim yaptığım gibi kitabını bir insana değil, sevdiğine değil bir evin bir odasına ithaf eden olmuş mudur acaba?

- Peki teşekkür ettiğiniz o oda nereye aitti?

Hadi şunu söylemeden geçmeyeyim, kitabı ithaf ettiğim o oda Ankara’daki öğrenci evimizin Foucoult, Saussure, Engels, Gramsci okuduğum odasıdır. Yani aydınlanmaya başladığım oda, edebiyata bir bilim olarak yaklaşmaya başladığım oda...

- Kısa Çizgiye Kısa Diyebilenlerin Hikâyesi, oldukça çarpıcı. Uyum deneyinden yola çıkmışsınız…

Öykünün omurgasını oluşturan meşhur “Asch’in Uyum Deneyi”dir. İlk kez 1956 yılında sosyal psikolog Solomon Asch tarafından yapıldığı için hala bu isimle anılıyor. Toplumun, kalabalıkların yani diğerlerinin bizim karar ve davranışlarımız üzerindeki etkisini anlamak için yapılmış bir deney. Ortaya çıkan sonuç tabii ki çok çarpıcı; kalabalıklar tarafından dışlanmamak için ve kalabalıkların söylediğinin doğru olduğunu düşündüğümüz için apaçık bir hakikati bile heba etmeye gönüllüyüz. Bu deneyin de günümüzde sosyal bilimlerde çokça tartışılan “Ötekileştirme” ve “Hegemonya” kavramlarıyla yakından ilişkisi olduğunu düşünüyorum.

Fakat tabii ki bu deneyin birebir raporunu sunmuyorum bu öyküde. “Yüzyıllık Yalnızlık” için Latin Amerika’nın tarihi diyen eleştirmenlere inat Marquez ısrarla; “O roman Latin Amerika’nın tarihi değil, metaforudur!” dermiş. Bu öykü de deneyi anlatan psikoloji raporu değil, o deneyin ve dahası kalabalıklar karşısındaki güçsüzlüğümüzün metaforudur. Çünkü bir öykünün anlatım teknikleri ile karakterleri ve duyguları arasında kendi kurgusal dünyasının oluşturduğu zorunluluk bağı yoksa o öykü kötü bir öyküdür.

- Peki siz her zaman kısa çizgiye kısa diyebiliyor musunuz?

Tabii ki diyemezdim, diyemiyorum da zaten. Bunu çok acı olaylarla yaşayıp deneyimlemiş biri olarak bu kadar net söyleyebilirim. Fakat kendimle ilgili size güzel bir şey söyleyeyim, o deney bittikten sonra o çizginin kısa olduğunu yazardım ben. Yazan bir adamla karşı karşıyasınız, söyleyebilen bir adamla değil.

Belki gereğinden fazla uzatıyorum bu cevabı; ama benim için gerçekten önemli bir konu zira. Bu bahsi kapatmadan önce öykünün tekniğiyle ilgili bir sır vermek isterim ki, güzel bir saygı duruşu olarak algılarsanız bunu çok mutlu olurum. Öyküde 4 karakter var. Karakterlerin adı sırayla, İlhan, Berk, Ece, Ayhan. Yani İlhan Berk ve Ece Ayhan! Çünkü zamanında Ece Bey de bizi ve kendisini ezen o kalabalıklara karakamu diyerek bizi uyarmıştı. Ah İkinci Yeni her yerde karşımıza çıkmak zorunda mısın?

KELİMELERİ YANLIŞ KULLANIYORUZ, BİRBİRİMİZİ YANLIŞ ANLIYORUZ

- “Şimdilik Kendisine Amca Diyorum” öykünüzde, beyin ile idrar kesesi arasındaki ilişkiden yola çıkarak şu soruya ulaşıyorsunuz: “Seni zehirleyen o fikrin son durağı neresi?” Sizi zehirlediğini hissettiğiniz fikirler için sizin son durağınız ya da sınırınız neresi?

Obsesif Kompülsif ve Kaygı Bozukluğu’ndan mustarip, anti depresanlar da dahil her türlü ilaca karşı olan bir adamın uzmanlık alanına göre bir soru bu. Tabii ki o öykü özelinde konuşmam gerekirse orada anlatıcının beynindeki zehir amcasıyla aynı beyin hastalığına yakalanıp yakalanmayacağıdır. Bilime başvurur, bilimden gerekli cevabı alamaz çünkü gittikleri her doktor bile amcası ile ilgili farklı şeyler söyler. Anlatıcının mutlu olduğu tek konu ise, yıllarca hiç bir bağı olmayan amcasıyla o hastalık vesilesiyle kopmaz bir bağ oluşmasıdır.

- Peki ya insanı zehirleyen fikirler kısmı?

Romantik sanatta insanın bütünlüğe ulaşmasının yolunun sanattan geçtiğine inanılırdı. Onlara göre insan, bu dünyaya fırlatılmış anlamsız bir varlık olamazdı. Fakat şimdi şu yaşadığımız çağda bir anlam arayışındaki adama biraz da ironik bir ifadeyle “romantik” diyoruz. Kelimeleri yanlış kullanıyoruz, birbirimizi yanlış anlıyoruz. “Yanlış bir çağda mı yaşıyoruz acaba?” sorusu en büyük zehirdir bence bir insan için. Çünkü bunun tedavisi yoktur. Sonra o adam gündelik hayattan kopup kendini Kafka, Nietzsche, Cioran, Pessoa, Thomas Bernhard gibi müzmin karamsarların kollarına bıraktığında ona acıyan gözlerle bakıyoruz. Fakat o adam panzehiri, o abilerin satırlarında bulmuş olabilir. Yani son durak her zaman felsefe ve edebiyat galiba…

- “Şebnem’in Yüz Kitabı” öykünüzü anlatırken sosyal medyayı bir araç olarak kullanıyorsunuz. Sosyal medya hayatımızın içine bunca girince, öykülerin de seyri değişti mi sizce?

Marquez “Yüzyıllık Yalnızlık”ı bir buçuk yılda yazmıştır. Fakat konu yirmi yıldır aklındadır. Bir yerde bu anlatacaklarını çoktan kafasında tamamladığını; ancak nasıl anlatacağını bilemediğini söyler. Olaylar, karakterler o kadar ilginç, o kadar masalsıdır ki onları anlatmanın en etkili yolunu arar yıllarca. Ve sonunda bulur. Don Kişot’un, Eski İspanyol gezginlerinin seyahatnamelerindeki ve Binbir Gece Masalları’ndaki gibi bir dil kullanmaya karar verir. O konuların böyle masalsı bir dille anlatılması gerektiğine karar vermiştir sonunda. Bu kitabı yazmayı bitirip de sonraki romanı “Başkan Babamızın Sonbaharı”nı yazarken de bu teknikle yazmıştır; fakat sonra bunun yanlış olduğunu düşünür. Çünkü olaylar başka bir çağda geçer. Artık çağ değişmiştir ve bambaşka bir anlatım üslubuyla yazması gerekmektedir. Marquez bu romanını ikinci kez baştan yazar. Orada anlattığı konulara uygun bir yazım tekniğiyle tabii ki.

- Bu, teknolojinin düşündürücü kıyası gibi oldu…

Fizikte, biyolojide, kimyada ve teknolojide bu kadar hızlı değişimin yaşandığı bir çağda anlatının hızı da, formu da değişecektir elbette. Zaten klasik anlatının üzerine çıkıp başka anlatım teknikleri denemiyorsak ne diye yazıyoruz ki. Evet, hafif ve uçarı diye nitelendirilmek hoşuma gitmez; ama çağdışı kalmak da istemem açıkçası. Mesela günün birinde öyle bir öykü yazmalıyız ki bu sadece twitter formunda bile olabilir. Twitter görüntüsüyle yazılmış bir öykü bence gayet ilginç olabilir. Bir itirafta bulunmalıyım ki bunu denedim ve başaramadım. Fakat bir gün benden daha yetenekli bir arkadaşın böyle bir şey yapacağına olan inancım tam. Çünkü unutmamalıyız ki, üslup her şeydir.

- Bu kitabın içindeki bütün hikâyeler yaşamınızdan izler taşıyor mu? Yoksa kurmaca mı?

“İlk kitap her zaman otobiyografik olurmuş o yüzden insan ikinci kitaptan başlamalıymış kitaplarını yazmaya” diye bir laf döner edebiyat çevrelerinde. Bunu kanıtlayan örnekler de azımsanmayacak kadar çoktur. Ancak ben bunun önlemini daha baştan aldım ve kitabın başındaki epigraflarda en çok bu konuyu açıklamaya yönelik alıntılar koydum. Mesela ne diyordu Mayorkalı hikaye anlatıcıları, “Öyleydi ve öyle değildi.”

KISA ÇİZGİYE KISA DİYEMEDİĞİM ZAMANLARDA HEMEN KOŞUP ONLARA SIĞINIYORUM

- Öykülerinizi kendi içinde küçük başlıklara ayırarak anlatıyorsunuz. Bu tarz olmasını özellikle mi seçtiniz, yazarken mi gelişti?

Öncelikle şunu söylemeliyim ki, o ara başlıkları çok seviyorum ve nerdeyse öyküyü kurarken zorlandığım kadar zorlanıyorum onları bulmaya çalışırken. Kurmacanın unsurları üzerinde kafa yoran herkes bilir ki ilk paragrafta okurun dikkatini çekemiyorsanız işiniz bir hayli zordur. Çünkü roman gibi yeriniz yoktur, okurun dikkatini tekrar çekmek için numaralar yapamazsınız. Öykü bu açıdan hem okuyan, hem de yazan için zordur. Aslında daha da derine indiğimizde görürüz ki; mesele uzunluk ve kısalık meselesi de değildir. Esas mevzu yoğun olabilmekte! Bunun yolu da tabii ki dili çok iyi bilmekten ve kullanmaktan geçer. Dili iyi kullandığımı varsayarsak, ben de öyküdeki etkiyi daha da artırmak için kullanıyorum o ara başlıkları. Ya da okuyucunun dikkatinin dağılacağını hissettiğim yerde bir sahneyi sonlandırıyor ve bir yenisini başlatıyorum; belki de sırf okuyucunun dikkatini uyanık tutmak adına.

- Öyküleriniz hem hayali, hem de kocaman gerçekleri vuruyor insanın yüzüne. Kelimelerinizde bu dengeyi yakalamak sizce ne kadar sürdü?

Beş yaşında konuşmaya başlamışım ben. Kelimeler bana gelmek için çok nazlanmışlar. Şimdi onların kıymetini çok iyi bilirim. Çünkü onları geç buldum, erken kaybetmek istemem. Bir mektubunda Hemingway; “Hayatım boyunca kelimelere onları ilk defa görüyormuşçasına baktım.” der. Ben ise her gün onlara aşık oluyorum. Bazen bir kelimeyle aylarca yaşıyorum. Sonra o kelimeyi bir başkasıyla aldatıyorum. Onları işime geldiği gibi kullanıyorum, onlardan cümleler yapıyorum ve onlar ne hikmetse daha da güzelleşiyorlar. Sonra o cümlelere aşık oluyorum. Kısa çizgiye kısa diyemediğim zamanlarda hemen koşup onlara sığınıyorum. Sağ olsunlar beni bugüne kadar üzmediler.

Sorunuzun başındaki “hem hayali, hem de kocaman gerçekler” meselesinde ise söyleyebileceğim pek bir şeyim yok aslında. Bunu çok bilinçli yaptığımı zannetmiyorum çünkü. Tıpkı Yılmaz Güney gibi. 1956 yılında daha komünizmin ne olduğunu bilmezken yazdığı “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” öyküsüyle “komünizm propagandası” yapmaktan içeri atıldığında öğrenir Yılmaz Güney komünizmi. Belki ben de yaza yaza öğrenirim insanların yüzlerine vurulmaya değer “hem hayali, hem de kocaman gerçekleri”.

- Bir öykü yazarken, yardımcılarınız neler?

Yaratıcılığı tetikleyen unsurları sayarken insanlar genellikle şunu unuturlar; iyi müzik, iyi film, iyi dizi ve iyi bir metin de pekala yaratıcılığı tetikleyebilir. Benim çalışma prensibim galiba bu, zira gündelik hayatım olaysızlık ve tekrara dayalı. Hani “Hayatımı yazsam roman olur” derler ya, işte benim hayatım tam bir cümle bile etmez; belki de, yarım bir cümledir olsa olsa. Yardımcım olarak, okumak, izlemek ve dinlemek diyebilirim öyleyse.

- Ya kaleminize köstek olan duygularınız?

Sıkıcı olmak riskini göze alarak yine bir alıntı ve göndermeyle açıklayabilirim. Ali Şeriati’nin “İnsanın Dört Zindanı” kitabındaki gibi dört zindanımız olduğuna inanıyorum ben. Doğa, tarih, toplum ve kendi benliğimiz bu zindanlar. Arada zindanın küçücük penceresinden biraz gün ışığı sızıyor; ama o zamanlarda da biz onunla ne yapacağımızı bilemiyoruz. Öykülerimi büyük ihtimalle bu zindanlardan birinde yazıyorum. Fakat bazen düşünüyorum da iyi ki bu zindanlarda yazıyorum…

- Bir öykü, sizin yaşamınızda nasıl çıkıyor ortaya?

Bir öykünün çıkış noktası, her zaman bir imgeyle oluyor. Mesela aniden bir adam beliyor kafamda; evin içinde bile şemsiyeyle gezen bir adam. Sonra kafamda bu adama bir kaç akraba, bir kaç arkadaş, bir geçmiş ekliyorum, onu bir mekana yerleştiriyorum. Eğer olay örgüsünü de kafamda oluşturabiliyorsam bilgisayarın başına geçip yazıyorum.

(Gabriel Garcia Marquez)

YÜZYILLIK YALNIZLIK’TA MASALSI BİR ŞEKİLDE ANLATILAN HERKESİN VE HER ŞEYİN GERÇEK OLDUĞUNU ÖĞRENDİĞİMDE BEN DE MASANIN BAŞINA EN YAKINIMDAKİLERİ YAZMAK İÇİN OTURDUM

- Gabriel Garcia Marquez alıntıları çıkıyor kitapta karşımıza. Marquez’i sizin yaşamınızda özel kılan ne?

Şimdi bir roman düşünün, karakterin öleceğini daha ilk cümlede söylüyor yani biz romanın sonunda ne olacağını biliyoruz ve o romanı elimizden bırakamıyoruz. Marquez, “Kırmızı Pazartesi” romanında Santiago Nasar’ın ölümünü öyle büyük bir ustalıkla anlatır ki, biz bir an soluk bile almadan bitiririz o kitabı. Hani bize lise yıllarında öğretilen, “Serim-Düğüm-Çözüm”? Her şey tepetaklak! Demek ki geleneksel anlatı kurallarını yıktığımızda ölümsüz eserler yaratabiliyoruz. Bu sorunuzun teknik bir açıdan cevabıydı. Sadece bunu bilmek bile yeter diye düşünürüm aslında.

- Peki ya teknik olmayan cevabı nedir?

Marquez ile olan şahsi meselem, oldukça karmaşıktır. Lise ve üniversite yıllarında birçok kez elime almama rağmen beni pek sarmamış, “İşte benim yazarım!” diyebileceğim bağı kuramamıştım. Ta ki bir gün, kişisel sorunlarımla uğraştığım lanet bir kıştı, tekrar deneyip onun ilk öykülerini barındıran “Mavi Köpeğin Gözleri” isimli öykü kitabını okuyana kadar. İlk öykü bittiğinde yazarımı bulduğumu hissettim. Gerisi çorap söküğü gibi geldi zaten. Evden çıkmadan, kimseyle görüşmeden, telefonlara cevap vermeden külliyatını bitirdim. Ayrıca o kış benim yazma sürecimde de bir milat oldu. Bütün eserlerini okuduktan sonra o büyüleyici yazarlığın nereden geldiğini merak ederek Marquez ile ilgili, kendisinin yazdığı “Anlatmak İçin Yaşamak” da dahil olmak üzere, bütün kitapları okudum. Adeta benim için bir Yaratıcı Yazarlık kursuydu bu çalışmalar. Kendi biyografisinde de gayet samimi bir şekilde anlattığı gibi hemen hemen bütün eserlerindeki konular ve karakterler gerçekti. Yüzyıllık Yalnızlık’ta masalsı bir şekilde anlatılan herkesin ve her şeyin aslında gerçek olduğunu öğrendiğimde ben de masanın başına en yakınımdakileri yazmak için oturdum.

Ayrıca bunu bir kaç arkadaşımla tartışıp duruyorum ve kimseyi ikna edemiyorum; ama şöyle ütopik bir fikrim var: Eğer dünya üzerinden bütün kitaplar silinseydi ve insanlara edebiyatı öğretmek için tek bir kaynak kitabımız olsaydı bu kitabın, Marquez’in “On İki Gezici Öykü” olması gerektiğine inanıyorum. Elimde başka hiç bir kitap olmasa da insanlara sadece bu kitapla edebiyatın her şeyini anlatabileceğime inanıyorum. Metaforu, olay örgüsünü, teşbihi, diyalog yazımı, öykülemeyi, hepsini ama hepsini sadece bu kitapla anlatabiliriz bence.

- Başka neler yapıyorsunuz?

Kurmaca eserlerde zengin olaylar yumağıyla karşılaşırız, gerçek yaşama ise damgasını vuran olaysızlıktır. Bunu nereden mi biliyorum? Tabii ki kendi hayatımdan. Bir, iki yıldır bu döngüyü kırmak için bazen bir aşıklar kahvesinde bazen de youtube’a gözlerimi dikerek bendir, darbuka ve def çalmayı öğreniyorum. Günün birinde İbrahim Maalouf’un arkasında çalmayı hayal ediyorum. Bu sanatsal faaliyetler çoğu zaman gündelik hayatın koşuşturmasıyla, para kazanmak için yapılan işlerin acımasızlığıyla yerle yeksan oluyor. Olsun. Ben o yıkıntılar arasında bile bir yolunu bulup iyi kitaplar okuyorum, sağlam filmler, diziler izliyorum, sıkı şarkılar dinliyorum ve daha da önemlisi yazıyorum…

- Bizi Hüseyin Kural’dan neler bekliyor yakın zamanda?

İkinci kitabım için yazdığım öykülerin son düzeltmelerini yaptım bile, bu aralar kendimi daha fazla müziğe vereyim diyorum. Bir internet sitesinde bir cajon gördüm, hani şu flamenkonun vazgeçilmez vurmalısı, alabilmek için para biriktiriyorum. Ne dersiniz belki bir sonraki röportajımızı bir yazar olarak değil de bir cajon virtüözü olarak yaparız…

: Teşekkür ederim.

Hüseyin Kural: Teşekkür ederim.

Kısa Çizgiye Kısa Diyebilenlerin Hikâyesi

Hüseyin Kural

Profil Kitap

S.: 158

Kitabı satın almak için tıklayınız: idefix

*

Instagram: biyografivekitap