Vakanüvis değerli taşları yazdı
Özel İçerik

Vakanüvis;

İnsan, çok eski zamanlardan beri rengi etkileyici, dokunması hoş ve özgün biçimlere sahip değerli taşlara ilgi duymuştu. Bu taşlar üzerine efsane, sihir, tedavi, gösteriş gibi unsurlarla bezeli bir kültürel tarih de, asırlar boyunca çoğalarak ileri devirlere ulaşmıştı.

Vakanüvis değerli taşları yazdı

ÇİNLİ ZANAATKÂRLAR, ELMASA ALET EDAVAT GÖZÜYLE BAKIYORDU

Bu taşların dünyanın genellikle güney ve doğu bölgelerinden getiriliyor olması ise özellikle Orta Çağ’da Avrupa kıtasında yaşayan ve böyle parlak taşlardan mahrum olan insanları daha da etkiliyordu. Hurafenin bini bir para olan o devirlerde, yer altından nasıl çıkartıldığı tam olarak bilinmeyen, tüccarların uzak diyarlardan getirdiği bu taşlar, Avrupa’da hem dillere destan oluyor hem de önemli bir ekonomik kıymet haline dönüşüyordu. Oysa Afrika ya da Uzak Doğu için durum tam böyle değildi. Patrick Voillot’un “Elmaslar ve Değerli Taşlar” isimli kitabında anlattığına göre, Afrika’da da kabileler bu taşlarla değişik inançsal nedenlerle ilgilenirler ama onu ticarî bir meta olarak görmezlerdi. Çin’de ise elmas alet edavat mesabesindeydi. Avrupa’da ortalık, “kıymetli taş” diye yıkılırken, Çinli zanaatkârlar, aşırı sertliğinden dolayı elması, taş ve ağaç oymacılığında bir aparat olarak kullanıyorlardı. Elbette, güzel renkleri, kolay yıpranmamaları nedeniyle bu taşlar süslenmede de, statü gösterisinde de kullanılıyordu ama bu, Avrupa’daki gibi hastalıklı bir boyutta değildi.

Avrupalı suç insanları, maceracılar ve kâşifler, diğer kıtalara doğru yol alıp, gittikleri yerlerde bu taşların envaî çeşitlerini görünce ve kolayca sahip olunca işin rengi daha da değişti. Parisli Jean-Baptiste Tavernier, 1631 ile 1668 yılları arasında Hindistan ve İran’a yaptığı altı ayrı geziyle ilgili anılarını, “Bazen, yeri hep hepsi 5, 6 metre kazıyorlar ve değerli taşları elleriyle buğday toplar gibi topluyorlar” diye şaşkınlıkla anlatıyordu. Tavernier yalnız değildi. “Kolay değerli taş”ın kokusunu alan buralara akın ediyordu. Bölgedeki sultanlar da, Batılıların aşırı ilgisini görünce, bu taşlara eskisinden daha fazla kıymet atfeder olmuşlardı. Kazılardan çıkan en büyük taşları kendilerine saklıyor ya da iyi fiyata – Tabiî, Avrupalı için bu fiyatlar hâlâ komikti – satıyorlardı.

“BATILI BEYAZ ADAM” MEKSİKA’YA GİDİNCE…

Doğu’da bunlar olurken, Batı’da ise Amerika’nın keşfi, değerli taşlar konusunda bambaşka sonuçlara yol açacaktı. Kristof Kolomb ve takipçileri, bu yeni kıtada, parlak taşların dini ritüeller ve hastalıkların tedavisi gibi moral değerler açısından değerli olduğunu gördüler. Meselâ, bir Meksika yerlisinin sadece “kötü ruhlardan korunmak için” için taşıdığı, ekonomik bir değer atfetmediği ceviz kadar bir elmas, onu gören Avrupa kaçkınları için ise tam bir servet fırsatıydı. Bu tablo karşısında, şekerci dükkânına girmiş çocuk gibi sevinen sömürgeciler, “daha, daha” açgözlülüğüyle yerlileri kıymetli taş üretimine zorladılar. Aztekler, Muzolar, Cajimalar ve sair Meksikalılar için kıymetli taşlar, artık “aşkın hislerin” değil, çok zorlu bir çalışma ortamının sembolüydü. Kılıç, barut, urgan, kırbaç, sopa zoruyla indirildikleri madenlerde, “Batılı Beyaz Adam”ın açgözlülüğünü tatminle görevliydiler. Kavurucu, nemli, nefes alması zor galeriler içinde, korkunç şartlarda çalıştırılan yerlilerden çoğu buralarda hayatını kaybediyordu. Bu vahşi üretim, öylesine bir ürün patlamasına yol açmıştı ki, Avrupa bir süre kıymetli taşa doyunca; tüccarlar, İran Sultanlığı’nda, Osmanlı İmparatorluğu’nda müşteri arayıp, stokları eritmeye çalışmışlardı.Vakanüvis değerli taşları yazdı

AFRİKA’DA NEREDEYSE ÇIPLAK ELLE TOPLANAN ELMAS

Elmas, dolayısıyla pırlanta ile ilgili patlama ise başka türlü gelişecekti. Amerika’yı talanda İspanyol, İngiliz ve Fransızların gerisinde kalan Hollanda, gözünü Afrika’ya dikmişti. Burada pek çok koloni kuran Hollandalılar, bölgede zaman zaman İngilizlerle de karşılaşıyorlardı. İngiliz güçlerinin de etkisiyle, Hollandalılar, daha kurak bölgelere, çöl kıyılarına çekilmek zorunda kalmışlardı. Afrika’daki hikâyede zaten buralarda başlayacaktı. Erasmus Jacop isimli Hollandalı bir genç, bölgedeki nadir akarsuların birisinin kıyısında dolaşırken, parlak ve iri bir taşa denk geldi. Bu taşı kız kardeşi Louisa’ya hediye etti. Taşın güzelliği, iriliği ve tabii ki kolayca bulunuş öyküsü önce kadınlar, sonra da erkekler arasında hızla yayıldı. Hemen yeni denemelere girişildi. Akarsu kıyılarında, kumlar arasında o taşa benzer binlercesi vardı. Bazısı biraz kum kazımıyla kolayca elde edilebiliyordu.Vakanüvis değerli taşları yazdı

Artık Amerika’da, “altına hücum” varsa, Afrika’da da “elmasa hücum” vardı.  Değerli taşın peşine düşen, herhangi bir alet kullanmadan, neredeyse sadece elleriyle buna kavuşabiliyordu. Kıta, tam bir akına maruz kaldı. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden her türden insan, Afrika’ya değerli taş toplamaya geliyordu. Yerlilerin sakin hayatı çoktan bitmiş, tıpkı Meksika’da olduğu gibi zorla çalıştırılma dönemi başlamıştı. Bölgedeki çalkantı, Batılı maden arayıcılarının birbirleriyle olan kavgalarıyla tam bir anarşiye dönüşmüştü. Herkes, hemen bir arazi çeviriyor, “Burası benim” diyor, güçlü çeteler gelip, burayı elinden alıyor, çatışmalar çıkıyor, çok sayıda ölümler yaşanıyordu. (Unutmadan, bu şekildeki elmas üretiminden hemen hemen 100 yıl sonra, 2006 yılında çekilen, başrolünü Leonardo Di Caprio’nun oynadığı “Kanlı Elmas” filmi gösterime girip, elmas üretiminde hala sorunlar olduğuyla ilgili tartışmalar başlayınca, üretici firmalar, “Biz elmaslarımızı yasal yollarla üretiyoruz.” açıklaması yapmak durumunda kalmışlardı)

“DE BEERS: PIRLANTA”

Bölgede öyle bir talan vardı ki, kolayca toplanan taşlar, kısa sürede tükenir gibi olsa da ilerleyen teknoloji imdada yetişti. Eskiye göre daha derinde kalan kıymetli taşların çıkartılmasında artık makinalar kullanılıyor, böylece elmas ve benzerlerini elde etme hala çok kolay bir üretim sürecinden geçiyordu. Bölgedeki binlerce İngiliz’den biri olan piskopos çocuğu Cecil Rhodes, bu kolay teminin, elmasın piyasa değerini düşüreceğinden endişe ediyordu. Rhodes, diğer şirketlerin sahiplerine bir teklif götürdü. Dediği özetle şuydu: “Madenlerinizi ya bana satın ya da satmayın ama çıkardığınız elmasları sadece ben alayım. Piyasada fiyat dengesini kontrol edeyim.” Şirket sahiplerinin kimi madenini sattı, kimi üretime devam edip elmasların satışını tekele bıraktı, kimi de direndi, neredeyse küçük bir savaş olarak adlandırılabilecek çatışmalar çıktı. Sonunda ise Cecil Rhodes’ın “De Beers” imparatorluğu kuruldu.

Vakanüvis değerli taşları yazdı

“PIRLANTA AŞKIN SEMBOLÜDÜR” BİR REKLAM STRATEJİSİYDİ

Ama bu, stratejinin sadece bir bölümüydü. Kitle iletişim araçları artık daha yaygındı ve insanlar (Avrupalılar), elmasın kolay çıkartıldığını, bol olduğunu öğrenmeye başlamışlardı. John Stossel, “Hurafeler, Yalanlar ve Akıl Almaz Aptalıklar” isimli kitabında, “De Beers, az daha, kimsenin istemeyeceği kadar büyük bir elmas, pırlanta stokuyla baş başa kalacaktı” diyordu. Cecil Rhodes, hemen bir reklam ve halkla ilişkiler kampanyası başlattı. Bu kampanyalar sayesinde insanları, “pırlantanın; aşkı, sevgiyi ispatlayacak en uygun hediye” olduğuna inandırdı. De Beers, reklamlarıyla Amerika’ya ise ayrı bir özen gösterdi. Yüzlerce farklı kültürden bu kıtaya gelen ve “geleneksel” hemen hiçbir şeyleri olmayan milyonlarca insanın karşısına, “bir gelenek oluşturma” amacıyla çıktı. Reklamlarda “Bir kadına ilgi duyuyorsan ona pırıltılı taşı olan bir alyans vermelisin” deniliyordu. Hollywood da, bu düşünceyi destekler işler yaptı ya da Cecil Rhodes ve sonra da varisleri, filmlere “ürün yerleştirdi”. Baş aktör diz çöker, technicolor sayesinde daha ışıltılı hale gelen pırlanta yüzüğü uzatır. Kadın başrol oyuncusu da, “evet” der. Dönemde, “Pırlanta Bir Kızın En İyi Dostudur” şarkısı bile çıkmıştı. Ancak sadece evlenirken verilen tek taş pırlanta yüzük, stokların eritilmesi için yeterli değildi. Şirket bu defa da kıdem almış evliklere yöneldi. O yılların gazetelerindeki bir pırlanta reklamında, “Evliliğin ilerleyen yıllarında erkek, eşini hala seviyorsa ona bir ‘sonsuzluk halkası’ almalıdır” yazıyordu. Bu yüzük, üzerinde birden fazla küçük pırlantanın olduğu bir yüzüktü. Reklamcılar, pırlantanın sertliği, dolayısıyla uzun ömürlülüğü üzerinden “sonsuzluk”, buradan da “sonsuz sevgi” bağlamı kuran çalışmalar da yaptılar. “Elmas sonsuzdur” (A Diamond is Forever) mottoları ortalığa saçılacaktı. Sektör / tekel, reklamlarda bunları yaparken, bir yüzüğe ne kadar harcanması gerektiğine de kara vermeye çalışıyordu. Yapılan sayısız toplantıların birisinde bir yönetici, tartışmalara noktayı koyacaktı: “Bir tektaş pırlanta yüzük alan adam, üç aylık maaşını buna harcamalı.”