Serkan Kalemciler yazdı: UÇAKTA
ensonhaber.com

serkan kalemciler

UÇAKTA

Cumhurbaşkanının uçağındayız. Yönümüz Kolombiya. Daha önceki uçakta da bulunmuş biri olarak ister istemez kıyaslama yapıyorum. Yeni uçak daha güzel ama artan “debdebe” değil, işlevsellik. Başdanışman Lütfullah Göktaş sakin konuşmasıyla tüm gazetecilerle tek tek ilgilenen, babacan bir başdanışman. “Havalara” asla girmeyen, çözüm odaklı, dinleyen,  müstesna bir kişilik.

Uçakta hepimizi tek tek koltuklarında ziyaret edip “iki çift laf ile ortamı yumuşatan” sadece Göktaş değil, Cumhurbaşkanı da hiç yüksünmüyor, hepimizle ayrı ayrı konuşuyor, ortak paylaşımları olanlara laf atıyor, espiri yapıyor. Evet, Cumhurbaşkanımız, hani şu aylardır “otoriterleşiyor” diye yaygara koparılan, İngiliz The Economist’te 3. Selim kaftanı ile photoşoplanan, her ay “onlarca gazeteciyi” hapse atan “sultan” veya “imparator”…Geliyor ve bizimle arkadaşlık ediyor.

İkramlar tamamen yerli. Türk mutfağı, özellikle Antep işi patlıcanlı doğrama kebabı müthiş. Internet gazetelerini temsilen sadece ben varım. Danışman ayrım yapmayınca gazeteciler arasında da gerilim yok, ama tabi rekabet baki…Cumhurbaşkanı sorularımızı “alıyor”. Sakin, ikiletmeden dinliyor, atlamadan her ayrıntıya cevap veriyor.

Hissediyorum ki Fidan ile ilgili olarak tahmin edilenden fazla üzülmüş. Fidan’ın gideceği yerde başarısız olacağından falan değil, tam da tersine, bulunduğu yerde çok faydalı olduğu ve yerini doldurmak zor olduğu için. “Yerine kimin geleceği çok önemli, çünkü bizim Paralel Yapı’yla mücadele esnasında neler yaşadığımız, neler çektiğimiz, her şey ortada. Böyle bir ortamda böyle bir tabloyla karşı karşıya kalmayı ben asla doğru bulmam.” diyor.  Hasılı biraz alınganlık da var yorumunda.

“Tahmin edilen” diyorum, çünkü yabancı istihbaratların da gözlerini bir an üzerinden ayırmadıkları Fidan’ın yeni geleceği yerin de Cumhurbaşkanı tarafından kararlaştırılacağı sanılıyordu, malum, dışişleri bakanlığı öngörülüyordu. Hatta bu konuda Kılıçdaroğlu’nun “Başbakanlıkta boşluk var, onu dolduracak” mealindeki yorumu da soruldu Cumhurbaşkanına. Cumhurbaşkanı o meşhur kinayeli tavrıyla “yahu sen mevcut Başbakan’ın gidip gitmeyeceğiyle ilgileneceğine kendine bak. Sen nereye gelebiliyorsun ona bak. Kendisinin böyle bir hayali, böyle bir derdi yok. Ben başbakan olabilir miyim diye düşünmüyor,” diyerek hepimizi gülümsetti.

Yine de yabancı basın, Fidan’ın istifasını Başbakan ile Cumhurbaşkanı arasında büyük fikir ayrılığı olarak göstermekte tereddüt etmedi; İngiltere merkezli REUTERS “…Erdoğan, MİT Müsteşarı’nın görevinden istifa ederek milletvekili adayı olma kararına sıcak bakmadığını belirterek, yaklaşan seçim öncesinde ülke liderleri arasında muhtemel bir anlaşmazlık olduğunun sinyallerini verdi” dedi.

Fidan’ın istifasının sıkıntı yaratıp yaratmayacağı sorusuna Cumhurbaşkanı yine “delikanlılığa” toz kondurmadan cevap verdi; “Ne sıkıntısı? Ben tek kişi bile kalsam Paralel Yapıyla da benzerleriyle de mücadeleyi sonuna kadar sürdürürüm…” dedi.

Tabi ki hepimizin en çok merak ettiği konu Paralel çetenin lobi faaliyetleri sayesinde ABD Temsilciler Meclisinden 88 kişinin imzası bulunan ve Türkiye’deki basın özgürlüğü konusunda kaygıları dile getiren bir mektubun ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’e iletilmesi konusunda ne yapılacağı idi.

Burada bir an durdum ve kendi kendime bir kez daha sordum. En son ne zaman ABD Temsilciler Meclisinden bir kişi (bakın, 88 demiyorum, “1” kişi) Türkiye’deki basın özgürlüğü konusunda kaygılarını bir mektupla dile getirdi? Abdi İpekçi öldürüldüğünde? Hayır. Uğur Mumcu öldürüldüğünde? Hayır. 27 Mayıs’da, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de ülkenin tüm radyolarına ve zaten tek olan TRT’ye askerler toptan el koyduklarında? Hayır. 12 Eylül 1980’i takip eden yıllarda düzinelerce gazete ve dergi kapatılırken, basılabilenlerin de bazı sayfaları son anda yapılan müdahalelerle boş çıkarken? Hayır. 90’lı yılların ortalarındaki o karanlık yıllarda, 10 binleri bulan faili meçhuller arasına bir yılda bir gazetenin 20 çalışanı da katıldığında? (Gazeteyi ya da bahse konu yazarları beğendiğimden değil ama bu, onların kafalarına birer kurşun sıkılarak öldürüldükleri gerçeğini hiç değiştirmiyor)

Yine hayır?

Peki, neden şimdi arttı bu kaygı? Aylardır ABD, Alman, İngiliz basınında Türkiye’de “düzinelerce” medya personelinin hapiste yattığı yaygarası koparılıyor. “İfade almak” İngilizcede “tutuklamak” olarak kullanılıyor, böylece ifade vermeye çağrılan kişilerin “tutuklandıkları” ve sonsuza kadar içeride kaldıkları izlenimi yaratılıyor. Adam ifade verme davetine icabet etmek yerine postu gazetesine seriyor ki oradan “polis muhalefeti ile” götürülsün, kahraman olsun.
Yaygara “inden” geliyor. Çünkü inlerine girildi. İnin bir ucu Pensilvanya’ya bir ucu Penragon’a çıkınca, bir Ermeni tezimizi sunmak için bile harekete geçiremediğimiz 88 Temsilciler Meclisi Üyesi yaygarayı kopardı.

Ben samimiyetle ilk kez bu insanlardan korkuyorum. Nasıl bir güçtür bu? Nasıl bir destektir? O anda bir kez daha inanıyorum ki açık ve net bir suç örgütü ile karşı karşıyayız. Üstelik yabancı “üst akılın” sonuna kadar desteklediği bir örgüt. Hem de bu kez 12 Eylül’deki gibi “senin oğlanlar becerdi” (your boys have done it) durumu değil, doğrudan “başardık” durumu (we have done it). Yani aralarında öyle ayrı gayrı yok.

Kafamdaki bu düşünceler Cumhurbaşkanımızın açıklamaları ile biraz hafifliyor; “Parlamentoda Amerika-Türkiye Dostluk Grubu milletvekillerimizin bu mektuba yönelik Sayın Kerry’e bir karşı yazısı olacak. Arkadaşlar zannediyorum hazırlıyorlar bu yazıyı” diyor ve asıl önemli olanın olayın arka planı olduğunu söylüyor; kaynaklar, bağışlar, kampanyalar, arkasında kimler var… Ve ekliyor “Öyle sanıyorum ki bunlar yarın kitaplar haline, belgeseller haline gelecek ve uluslararası siyaset camiasını sarsacak nitelikle şeyler ortaya çıkacak”.

Aramızda bir kıpırdanma oluyor. Kim istemez böyle kapsamlı bir belgesele imza atmayı. (Rahmetli Birand’dan sonra şöyle keyifli bir belgesel izleyeniniz var mı?). En ağır kısmı da sonradan geliyor “Bugün PKK terör örgütü bile uluslararası camiada bunların Türkiye’ye verdiği zararı vermemiştir. Bunlar uluslararası camiada uluslararası parlamentolarda, devlet başkanlarıyla, şunlarla bunlarla her türlü kirli ilişkiler içine girerek Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kötüleme gayreti içindeler. PKK bunların bu yolunu denemiyor”

Evet bu kadar ağır konuşuyor.

Ve en önemlisi beni asıl korkutan konuya hiç düşünmediğim bir şekilde cevap veriyor. Beni korkutan, bütün bunların “din adına ve o kutsiyete dayalı bir hiyerarşi içerisinde” gerçekleştirilmesi ki bu örgütü herhangi bir örgütten ayırıyor. Hepimiz biliyoruz ki böyle örgütler çok sık dokulu görülmez ağlara sahiptir. “Hayır” diyor Cumhurbaşkanı, “Bunlar bir ‘Opus Dei’ değil” (İspanya’da ortaya çıkan bir katolik tarikatı) “Aslında bunlar daha ziyade ABD’deki ‘Evangelist’lerin bazı radikal unsurlarını çağrıştırıyorlar. Bunlar tarikat havasında değiller. Bu orada (ABD’de) fazla yaşamanın getirdiği bir şey de olabilir. 1999 Türkiye’den gidiş, gidişten itibaren orada yüklenilen görev ve bu yüklenilen görevle birlikte yapılan şeyler orada. Ama tabanları bunu bilmiyor. Tabanları bunu tamamen dini meşruiyet olarak algılıyor bunlar da o dini meşruiyete sarılıyorlar.”

Hem rahatlıyorum, hem de üzülüyorum. Rahatlıyorum çünkü siz de TV kanallarında görmüşsünüzdür, ABD’nin böyle yerel kanallarda bağırıp çağıran “TV Avengelistleri”, yani “vaizcileri” vardır. Bunlar somut sorunları tartışırlar ve herşeyi bir kutsal çözüme bağlayarak izleyiciye bir katarsis, bir rahatlama yaşatırlar. Üzülüyorum çünkü gerçekten taban bundan habersiz ve hayatlarını adadıkları o kutsal değerlere vurulan darbeyi gördükçe muhtemelen benden daha mutsuz olacaklar.

Ve tabi konu yaklaşan genel seçimlere geliyor. Hepimiz biliyoruz ki seçim sonuçta başkanlık sisteminin onaylanıp onaylanmamasına indirgenecek. Onu da göreceğiz.

Cumhurbaşkanı barajı aşamayanların kuracaklarını söyledikleri “Diyarbakır Parlamentosunu” da ciddiye almıyor.

Bu ilk konuşmanın sonunda “Küba’ya Cami?” sorusuna cevaben bize bir de müjde veriyor Cumhurbaşkanı:

“Ortaköy Camisi’nin benzerini yapmak için başvurduk. Bekliyoruz... Suudiler de başvurmuş. İzin çıkarsa yapacağız. 4 bin kadar Müslüman var Küba’da.”

serkan kalemciler twitter: @kalemciler