Vakanüvis yazdı: Pandemiyi ya antik çağlarda yaşasaydık
ensonhaber.com

Pandemi: Ya antik çağlarda yaşasaydık

Vakanüvis

İki yıl öncesine kadar sahadan uzmanlar dışında pandemi nedir, pek bilmezdik. Şimdi ise bu sözcük hepimizin dilinde.

Çoğumuz küresel salgın anlamına gelen pandemiyi COVID-19 vesilesiyle öğrensek de insanlık tarihinde çok eski çağlardan itibaren pandemiler görülmüştü.

Antik çağ pandemilerinde insanların maruz kaldıkları kimi durumlara bakınca o devirlerde yaşamamış olmaya şükretmek ise kaçınılmaz…

ŞEHİRLER BÜYÜDÜ, TEMAS ARTTI, PANDEMİ YAYILDI

Milattan öncesi tarihlerde, dönemine göre büyük şehirler, salgınlar için uygun bir ortam sağlıyordu. Eski Mezopotamya’da (günümüzde Irak ve Suriye) M.Ö. 4 ve 3’üncü binyıllarda dünyanın bilinen ilk metropolleri inşa edilmişti. Bir salgın hastalık belirdiğinde bu şehirler çok riskli hale geliyordu. Daha önceleri, küçük ve kırsal topluluklardaki etkileşimler dar kapsamda kalırken, yeni ortaya çıkan büyük şehirlerdeki etkileşimler ise geniş çaplı oluyordu. Toplum, sürekli fiziksel ve sosyal etkileşim halindeydi; tabii hastalıklar da. Bu nedenle Mezopotamya’da bulunan bazı yazılı kaynakların, dünya tarihinde salgın hastalıklara ilişkin ilk yazılı referanslar olmaları sürpriz değildi. M.Ö. 2000’den itibaren bu coğrafyalarda insanların salgın hastalıklarla boğuşmaları hakkında bol miktarda bilgi yer alıyor.

Vakanüvis yazdı: Pandemiyi ya antik çağlarda yaşasaydık

“PANDEMİDEN SORUMLU TANRILAR” VARDI

Uzun asırlar boyunca pagan inanışların pençesine düşen toplumlar, bu boş inançlarla her türlü hastalığı, çok sayıdaki tanrıya bağlıyordu. Büyük salgınlar ise çok daha “saygın ve büyük tanrılar”la ilişkilendiriliyordu. Onlara göre, sözkonusu hastalık, “kızdırılan ilgili tanrının gazabıyla” ortaya çıkıyordu. Tabiî, insanlar böyle şeylere inansa da kimi önlemleri de ihmal etmiyorlardı. Fiziksel semptomları, yatıştırıcı ot ve ilaçlarla hafifletmeye çalışıyorlardı. Tıbbî tedavi ile büyüsel tedavi iç içeydi. Rahipler, büyücüler, kahinler böylesi kaotik ortamlardan genelde en kârlı çıkan kişiler oluyorlardı; tabii kendileri de hastalanmadıkları sürece. Çoğu zaman sağlaması meçhul ilaçlar, yöntemler, ritüeller arasında iyileşmeler nadiren görülüyordu. Yine de bu durum tapınaklara cömert bağışların gelmesine mani olmuyordu.

Kur’an-ı Kerîm’de de geçmiş toplumların salgınlarla uğraştıklarına dair bilgiler yer almakta. Vebanın korkutucu ve öldürücü bir hastalık olduğu bazı geçmiş kavimlerle ilgili ayetlerde zikredilmekte.

Bakara Suresi, 243’üncü ayete, “Sayıca binleri buldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Bunun üzerine Allah onlara ‘ölün!’ dedi. Sonra kendilerine hayat verdi. Şüphesiz Allah’ın insanlar üzerinde büyük lütufları vardır ama insanların çoğu şükretmezler.” Taberî bu ayeti, vebaya atıf yapılarak tefsir etmiş, kıssalar ve rivayetlerle vebanın, İsrailoğulları’ndan 70 bin kişinin toplu ölümüne yol açtığından bahsetmişti.

Her şeye rağmen toplumlar, “bulaşma” fikrine de sahipti. Fırat nehri kıyısında, Mari şehrindeki bir saray kazısında bulunan M.Ö. 1770’lerde kalan mektupların birinde, saraydaki kadınların hastalanmasıyla sosyalleşmeleri arasında bir bağ kurulmuştu. Kral, sosyal mesafe ve izolasyon isteyen bir emirname yayınlamıştı: “Şimdi onun içtiği bardaktan hiç kimse içmesin, onun oturduğu koltuğa oturmasın ve onun yattığı yatakta kimse uyumasın. Bu kadar kadını kendi etrafında toplamamalı.” Yine, M.Ö. 1800’lerde, Asur kralı Shamshi-Adad, oğlu Yasmah-Addu’ya gönderdiği mektupta, bir grup hasta askeri tecrit edip hapse atmasını, zırhlarını da yakmasını emretmişti. Dönemde, zarar verdiği, hastalığı yaydığı düşünülen haşere, sair zararlılar, yaban ya da evcil hayvanları kapalı ortama toplayıp, zehirli tütsülerle / gazlarla (fümigasyon) imha etmek de biliniyordu.

Vakanüvis yazdı: Pandemiyi ya antik çağlarda yaşasaydık

“SİHİRLİ FLÜTLER”DEN MEDET UMARLARDI

O devirlerde insanların at, inek, koyun vb hayvanlarla nerdeyse iç içe yaşıyor olmaları da riskleri artırıyordu. İnsanlar özellikle kırsal kesimlerde, kış aylarında hayvanlarla aynı mekânda bile kalabiliyorlardı. Bu ortamda zaman zaman hayvan sürüleri hastalıklara tutuluyor, birbirlerini etkiliyor, hastalığın insanlara bulaşma özelliği varsa toplum da tehdit altında kalıyordu. Niqmi-Adad isimli tüccar, M.Ö. 1745’te kaleme aldığı mektubunda, “Koyunlarıma bir tanrı dokundu ve onlar hastalandı” diye yazmıştı. İnsanlar, gerek hayvandan insana gerekse insandan insana geçen hastalıklarda bitmek tükenmek bilmez ritüeller sergiliyordu. “Sihirli flütler” çalıyor, hastalığın evlere girmemesi için kapı eşiklerinde törenler düzenliyorlardı. Bu törenler eşliğinde, kapı girişlerine, eşik altlarına küçük putlar saklıyor, bu putların fayda getirmesini umuyorlardı. Evin odalarına, hassaten de hastanın bulunduğu odanın duvarlarına “büyülü figürler” çizip, hastalığın evden çekip gitmesini bekledikleri de oluyordu. Hititlerin de Şulinkatte adlı bir “veba tanrıları” ve bu tanrıya okudukları veba duaları vardı.

Vakanüvis yazdı: Pandemiyi ya antik çağlarda yaşasaydık

ANTAKYA’DA VEBADAN KORUNMAK İÇİN DEV BİR BÜST YAPTILAR

Tevhidi dinler insanlardaki yanlış inançları ilk zamanlarda düzeltse de kısa sürede yine eski çarpık inanışlar muteber hale gelebiliyordu. Antakya’nın ünlü St. Pierre Kilisesi’nin yakınındaki kayalara oyulmuş “Charnion / Horon” isimli dev büst de bir hurafenin eseriydi. M.Ö. 170’lerde veba salgınından korunmak için şehrin girişine “Yeraltı Tanrısı Hades’in hizmetçisi Charnion”un dev bir büstü kayalara oyulmuştu. Halk, büstün önüne geliyor, dualar ediyor, inanışa göre “büst de şehri vebaya karşı koruyordu.”

Vakanüvis yazdı: Pandemiyi ya antik çağlarda yaşasaydık

HAVAYI TEMİZLEYEREK SALGINI BERTARAF ETMEYE ÇALIŞMIŞLARDI

Antik çağlardaki savaşlar da muhtemel salgınları daha tehlikeli hale getiriyordu. Savaş ortamının gerek öncesinde, gerek esnasında, gerekse de sonrasında çok yoğun temaslar, bulaşılar anlamına geliyordu. Seferlerin ardından yaşanan yıkımlar, kaotik ve hijyensiz ortam, salgın hastalıklar için mükemmel üreme alanları oluşturuyordu. M.Ö. 430 yılında Spartalılarla Atinalılar arasında cereyan eden Peleponnes Savaşları sırasındaki salgın, tarihteki bilinen ilk büyük salgınlardandı. Hastalık, muhtemelen aşırı kalabalık gemilerle farelerin taşıdığı pirelerle Mısır’dan gelmişti. Pandemi öyle şiddetliydi ki, Atina halkının üçte biri ölmüştü. Devlet başkanı Perikles de ölenler arasındaydı.

SALGIN ATİNALI’NIN İNANCINI BOZDU, TANRILARA BAŞ KALDIRDILAR

Dönemi kaleme alan Eski Yunan tarihçilerinden Thucydides, salgının yıkıcı etkisinin Atina toplumunu, gerek kamusal otoriteye gerekse de “tanrılara” karşı isyankâr hale getirdiğini yazmıştı:

“Dini hayat çöktü. Hiç kimse, onurlu bir sonuç olarak kabul edilen şey için mücadele etmeye istekli değildi, çünkü onu elde etmeden yok olmayacağından emin değildi. Kısa vadede hoş olan ve herhangi bir şekilde buna vesile olan şey, onurlu ve faydalı olarak kabul edilmeye başlandı. Tanrılardan ya da insanların yasalarından korkmanın herhangi bir sınırlayıcı gücü yoktu, çünkü birinin dindar olup olmamasının hiçbir farka yol açmadığı yargısına varıldı. Hiç kimse yaptığı kötülüklerin cezasını ödeyecek kadar uzun yaşamayı beklemiyordu; insanlar daha önceden karar verilmiş bir cümlenin üzerlerinde asılı olduğunu ve infaz edilmeden önce hayattan makul bir şekilde zevk alabileceklerini düşünmeye eğilimliydiler.”

HIRİSTİYAN FEDAKÂRLIĞI, PAGANLARI YENİ DİNE YÖNELTMİŞTİ

Roma döneminde putperest devlet dinini korumaya çalışan İmparator Aurelius, veba salgınıyla karşılaşınca, o devirde henüz 150 yıllık bir geçmişi olan Hıristiyanlığı salgın sebebi saymıştı. İmparator, Hıristiyan olanların atalar dinine katılmayı reddederek tanrıları kızdırdıklarını söylüyordu. Vebadan sorumlu tutulan Hıristiyanlara karşı tam bir devlet terörü uygulanıyordu. Bu dönemdeki ibretlik detay ise kendilerine de bulaşır korkusuyla vebaya yakalanan hastalara bakacak kimse pek bulunamazken, yeni dinin müntesiplerinin ise kendi sağlıklarını hiçe sayarak hastalara bakmak için gönüllü olmalarıydı. Hıristiyanların bu fedakârane tutumları yeni dine olan teveccühü arttırmış, insanlar kitleler halinde Hıristiyanlığa geçmeye başlamıştı.

Nispeten daha yakın zamanlarda da salgın hastalıklar yine büyük can kayıplarına yol açıyordu. Tarihe “Justinianus Vebası” olarak geçen veba salgını, M.S. 541’den itibaren geniş bir coğrafyayı etkisi altına almıştı.  Hastalığa, pire ve kemirgenler tarafından taşınan “yersinia pestis” adlı bir bakteri neden olmuştu. Salgın Orta Asya, Avrupa ve Akdeniz’e yayılmıştı. O zamanki halklar arasındaki yaygın inanışa göre, “atmosfer kırılmış, hava kirlenmiş, insanlar hastalanmıştı.”

Hastalanmayanlar da bu durumu tersine çevirmek için “havayı temizleme”ye çalışmışlardı. - Bunu nasıl yaptıklarına dair ise herhangi bir bilgi mevcut değil. - Böylece o devirlerde “maske, mesafe, temizlik” üçlemesi bilinmese de en azından biri hayata geçirilmeye çalışılmıştı.

Vakanüvis yazdı: Pandemiyi ya antik çağlarda yaşasaydık

ÇİN, ANTİK ÇAĞLARDA DA “OLAĞAN ŞÜPHELİ”YDİ

Bu arada, eski çağlardaki bir anekdot, bugünlerdekine benzer bir yaklaşımı ortaya koyması bakımından oldukça dikkat çekici. Bugün, COVİD-19’u dünyaya yaymakla suçlanan Çin, onlarca asır önce de benzer suçlamalarla karşı karşıya kalmıştı. Batıyı merkeze alan tarih anlatımı yaklaşımıyla geri kalanları “öteki” kabul eden modern dönem tarihçileri ve sahanın bilim adamları, tarihte vebanın ilk kez Çin’de ortaya çıktığını ileri sürmüşlerdi. Buna göre; Ctesiphon (Bağdat yakınlarında) ve Seleucia (Hatay yakınlarında) şehirlerinin Çinli tedarikçilere doğrudan erişime sahip önemli ticaret bağlantıları olduğu için Çinlilerden kaynaklanan bu hareketlilik sonucunda veba, İpek Yolu boyunca batıya doğru yayılmıştı.

“VEBANIN KAYNAĞI FLAMANLAR” DİYEREK BİNLECE FLAMANI ÖLDÜRDÜLER

İlerleyen asırlarda Kara Ölüm / Veba salgınının sık sık ortaya çıkması da çok sayıda can kaybına yol açmış, bu arada Avrupa toplumlarında bir kez daha veba için “günah keçisi” arama hastalığı görülmüştü. Toplu ölümler, geride kalanların akıl ve ruh sağlığını da etkilemişti. Tam olarak nereden çıktığı belli olmayan bir görüşe göre, “vebaya yabancılar neden oluyordu.” Bu saçma ve merhametsiz kanı bir anda insanlar arasında yayılmıştı. Antik çağ inanışlarından biri olan “günah keçisi” fenomeni, asırlar sonra tekrar hortlamıştı. Yerleşik toplumlar, başka ülkelerden gelenleri hastalığın kaynağı olmakla suçluyordu. Örneğin, İngiltere’ye iş yapmaya gelen Flaman tüccar ve dokumacılar, bu gerekçeyle şiddetli saldırılara maruz kalmışlardı. İnsanlar; açıklanamaz olanla uğraşmak yerine, kendi çarpık açıklamalarının dürtüsüyle yakaladıkları Flamanları katlediyorlardı. Sadece Almanya’da 1340’larda vebadan 1 milyon 244 bin kişinin öldüğü kayıtlara geçmişti. Salgın sırasında binlerce ev boş kalıp harabeye dönmüş, kasabalar ıssızlaşmıştı. Avignon’da bulunan Papa, cesetlerin gömülmesinin imkânsız hale geldiğini görünce “Rhone Nehri’ni kutsamış” ve cesetlerin vakit geçirilmeden nehre atılabileceğini duyurmuştu.

SALGIN ÖLÜMLERİNE BİR DE İNTİHARLAR EKLENMİŞTİ

Robinson Crusoe’nun yazarı Daniel Defoe, 1665’teki Londra veba salgınını anlattığı “Veba Yılı Günlüğü”nde, salgının toplumun psikolojisini nasıl bozduğunu incelemişti. Korku, endişe, panik, umutsuzluk ve bir salgın hastalığa kesin olarak yakalanma inancı, aklî dengeyi bozuyor ve birçok insanı intihara sürüklüyordu. Salgında; ölmeden önce veya öldükten sonra hayvanlara yem olmamak için diri diri mezara girenlere veya ölmüş çocuğunu defnettikten sonra kendi mezarını kazıp orada ölen insanlara rastlanıyordu. Salgına yakalandıktan birkaç gün sonra yılgınlık ve kadercilik insanları tedbirli olmaktan alıkoyuyor, bu da dolaylı intihar anlamına geliyordu. Bazıları kendilerini akarsulara atıyor, boğularak ölüyorlardı. Vebaya yakalananlar; dayanılmaz acılarla yatağını yakarak, pencereden atlayarak veya bir silah ile kendini vurarak hayatına son veriyordu. Kimileri de tarla ya da ormanlara kaçıp, bir kuytuda intihar ediyordu. Antik devirlerden kalma Aztek ve İnka toplumlarının yok olmasında “Amerika’nın keşfi”yle buraya giden Batılıların yaptığı katliamlar kadar, çiçek hastalığı pandemisi de etkili olmuştu. 1550’lerde yaşanan bu salgın serisi, Amerikan kıtasındaki yerli nüfusun yüzde 50’den fazlasını yok etmiş, Aztek ve İnka imparatorluklarının çöküşüne katkıda bulunmuştu.

* Prof. Dr. Orhan Kılıç, Tarihte Küresel Salgın Hastalıklar ve Toplum Hayatına Etkileri, Küresel Salgının Anatomisi / İnsan ve Toplumun Geleceği, Editörler: Prof. Dr. Muzaffer Şeker, Prof. Dr. Ali Özer, Dr. Cem Korkut, Türkiye Bilimler Akademisi Yayınları, Ankara 2020

* Lydia McMullan, Garry Blight, Pablo Gutierrez, Cath Levett, Tarih Boyunca İnsanlar Pandemilere Nasıl Tepki Verdi?, The Guardian, 29 Nisan 2020

* Joshua J. Mark, Antik ve Ortaçağ Dünyasında Veba, worldhistory.org

* Troels Pank Arbøll, Medeniyetin Beşiğinde Salgın Hastalıklar, Kuzeyli Bilim, sciencenordic.com

Vakanüvis yazdı: Pandemiyi ya antik çağlarda yaşasaydık