AYŞE TOKYAZ’IN ARDINDAN…
Ne yazacağımı bilmiyorum aslında.
Kelimeler, hissettiklerimi karşılamaya yetmiyor.
Bugün, Ayşe Tokyaz’ın adını ilk kez duyduğumda; içimde bir şey koptu.
Genç, umut dolu bir kadının cesedinin bir valizin içine konarak bir yol kenarına atıldığı bir dünyada yaşıyoruz.
Ve bunu yazarken utanıyorum.
Ayşe, yalnızca bir isim değil.
O; hayal kuran, gülmeyi seven, yaşamı seven biriydi belki de.
Belki arkadaşlarıyla tatil planları yapıyordu.
Çok gençti…
Hala yeşermeyi bekleyen onlarca hayali vardı.
Kim bilir?
Şimdi bildiğimiz tek şey, onun artık aramızda olmadığı ve geride çok büyük bir acı bıraktığı.
Fakat…
Buna ‘bir cinayet’ deyip geçemeyiz.
Bu, her gün biraz daha kanıksadığımız ama aslında hiçbir zaman normalleştirmememiz gereken bir tablo.
Ayşe gibi kaç kadın öldü; kaçının adı birkaç gün sonra unutuldu?
Şimdi, kendime sormadan edemiyorum…
Biz, ne zaman bu kadar duyarsız olduk?
Hatırlayın…
Aynı şekilde bir cinayete kurban giden Münevver Karabulut kızımız, nasıl günlerce konuşuldu.
Nasıl duyarlı bir kamuoyu oluştu.
Hepimiz Münevver olduk o günlerde ve bıraktığı acıyı hala en derinlerimizde hissediyoruz.
Gelinen noktada…
Bu cinayetlerin bu kadar kanıksanması, her şeyden önce bir baba olarak kanıma dokunuyor.
Ayşe Tokyaz ve cinayete kurban giden tüm kızlarımız, satır aralarında kalmayacak kadar değerli.
Gözaltına alınan isimlerden birinin eski bir polis olması; onun geçmişinde şiddet, tehdit, silah gibi suçlarla anılması...
Bu detaylar, tüyler ürpertici.
Unutmamalıyız.
Ayşe’nin hikâyesi sadece adli bir dosya değil.
Bu hepimizin sorumluluğu.
Bu yazım, kimlere ne kadar ulaşır bilemem ama…
Bir kişi dahi okusa…
Ama o bir kişi, ertesi gün bir kadın susturulmaya çalışıldığında sesini çıkarırsa işte o zaman Ayşe’nin adı yaşar.
USTA YOKSA İŞ DE YOK!
Sık sık seyahat eden…
Ülkenin dört bir yanına her fırsatta gitmeye çalışan…
Ve bu ziyaretlerde de sokağa mutlaka inen biri olarak…
Çok net söyleyebilirim ki
Türkiye’de, ara eleman açığı giderek büyüyor.
İŞKUR’un 2025 dönemine ilişkin verilerine göre…
İmalat sanayisinde; yalnızca ilk dört ayda, 341 bin civarında ara eleman açığı saptandı.
Sadece özel güvenlik sektöründe; yaklaşık 22 bin…
Reyon işçiliği ile konfeksiyon işçisi pozisyonunda; 16 bin…
Garson pozisyonunda ise 20 bin açık olduğu ifade ediliyor.
Her yerde aynı cümleyi duyuyorum: “Ara eleman bulamıyoruz.”
Sanayicisi söylüyor, esnafı söylüyor, özel okul mezunu gençler bile söylüyor.
Merak ediyorum.
Ne ara bu kadar dengemiz bozuldu?
Türkiye’de uzun süredir bir “ara eleman” sorunu var.
Son yıllarda; bu artık görmezden gelinemeyecek boyuta ulaştı.
Kalifiye kaynakçı, elektrikçi, teknisyen, ustabaşı, terzi çırağı…
Yok…
Gerçekten yok.
Toplum olarak “eliyle çalışanı küçümseyen”, “üniversite diplomasını kutsayan” bir kültürün içine doğduk.
Bize hep şu öğretildi: “Oğlum, kızım oku da memur ol.”
Kimse “Bir zanaat öğren, kendin üret, elin altın olsun.” demedi.
Bunun sonucu ne oldu?
Üniversite mezunu işsizler ordusu…
Ve aynı anda atölyesini kapatan, yetiştirecek çırak bulamayan ustalar…
Bu dengeyi korumak…
Ve bu alana ağırlık vermek gerekiyor.
Belki de meslek liselerinden, çıraklık eğitim merkezlerinden ne denli beslendiğimizi…
Mezunları doğru işle buluşturup buluşturamadığımızı…
Oturup yeniden değerlendirmek gerek.
Ustalık ve çıraklık, yeniden itibar kazanmalı.
Üstelik birçok sektörde; beyaz yakalıdan daha çok kazanıyor ara eleman.
Fakat buna rağmen bu açık, çığ gibi büyüyor.
Elbette bu sorun, sadece bizim değil; Avrupa’nın da en öncelikli meselesi.
Fakat…
Avrupa’nın bununla ilgili kısa ve uzun vadede planları var.
Bizim de bu açığı kapatmak adına, gerekli düzenlemeleri yapmamız elzem.
Aksi takdirde; üretmeyen toplum, tüketmeye mahkumdur.