"Demokrasi Adası’ndan Notlar"

Adem Metan
Adem Metan

Bu satırları siz okurken, ben çoktan Amerika yolculuğuna çıkmış olurum.

Uçağın kalkışı, bavul telaşı, pasaport kuyruğu...

Birkaç günlüğüne ülke dışındayım.

Dönüş cumartesi. Umarım memlekette bu süre zarfında “yine ne oldu şimdi” dedirtecek bir gelişme yaşanmaz.

Temennim bu.

Ama gitmeden önce size Demokrasi ve Özgürlükler Adası’ndan bahsetmek isterim.

Geçtiğimiz hafta, tam iki gün boyunca o adadaydık.

Niye mi?

İlim Yayma Ödülleri’nin 2019, 2021 ve 2023 sahipleriyle bir araya geldik.

Gençlerle buluştular.

Sağlık teknolojileriyle ilgili “Teknolojik İstiklal Bildirgesi”ni yayınladılar.

Türkiye’nin önde gelen bilim insanları oradaydı.

Moderatörlük görevi de bize düştü. Sahnede zaman zaman “akademik ciddiyet”, zaman zaman “samimi muhabbet” hakimdi.

İzleyici koltuğunda oturanların arasında tanıdık yüzler de vardı: Vahap Munyar, Mehmet Acet, Ahmet Hakan…

Ama bir isim var ki, bu yazının merkezine onu koymak isterim: Bilal Erdoğan.

Hakkında çok şey söyleniyor. Ama işin gerçeği şu: O, sakin, gösterişten uzak, memleketi için kafa yoran, gerektiğinde susan ama doğru bildiğini de söylemekten çekinmeyen biri.

Kırılıyor ama bağırmıyor. Duyuyor ama taşlamıyor.

Tepki veriyor ama kişiselleştirmiyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın oğlu olmak kolay mı?

Herkesin gözü üzerinizde.

Her adımınız, her bakışınız, her sözünüz anlamlandırılıyor. Ama Bilal Erdoğan bu “ağır mirası” şaşırtıcı bir sakinlikle taşıyor.

Dışarıdan bakan biri olarak bunu söyleyebilecek mesafedeyim.

Bu programda onu daha yakından gözlemleme şansım oldu.

Programın bir yerinde moderatörlük yaptım. Bilal Bey salondaydı. Arada kahkaha attığını gördüm. "Tamam" dedim içimden, "Geçer not aldık."

Adadan geriye güzel fotoğraflar, kıymetli sohbetler ve biraz da ilham kaldı.

Ara ara Instagram’da paylaşıyor olacağım…

Sırrı Süreyya Önder’in Ardından

Sırrı Süreyya Önder’in hastaneye kaldırıldığı haberi, gece vakti sosyal medyaya düştü.

Sessiz sedasız bir gelişmeydi önce. Ama kısa süre içinde her şey hızlandı.

Ameliyata alındı.

Vali Davut Gül hastaneye gitti.

Cumhurbaşkanı süreci yakından takip etti.

Devlet Bahçeli aradı, İletişim Başkanı Fahrettin Altun bilgilendirme yaptı.

Yani devlet oradaydı. Hem de bütün katmanlarıyla.

Türkiye 3 haftaya yakın bir süre hastaneden gelecek güzel haberleri bekledi.

Ama Olmadı.

Bu tür acı haberlerde nedense ilk refleksimiz susmak oluyor.

Ama Sırrı Süreyya Önder öyle biri değildi. Sessizliği sevmezdi. Sözü severdi. Kelimeyi severdi. Şiiri, hikâyeyi, içinden akan cümleyi…

Gerek AKM’deki anma töreninde gerekse de Levent Camii’ndeki cenaze töreninde olağanüstü bir kalabalık vardı.

Cenazeye katılamayan milyonlar ise sosyal medyadan Sırrı Süreyya Önder’e olan sevgilerini, vefatından duydukları üzüntülerini paylaşıyordu.

Bu tablonun oluşmasında çok önemli bir faktör var.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, vefatından kısa süre önce Barış Heyeti’ni kabul etmiş olması…

Ne alakası var demeyin.

O görüşme, cenaze sonrası sosyal medyada yazılan birçok duygusal cümleyi mümkün kıldı. O görüşme olmasa belki de insanlar içindekini bu kadar rahat yazamayacaktı.

Sırrı Süreyya’nın gidişi, vedasıyla bile birleştirdi.

Yani anlayacağınız Sırrı Süreyya Önder yine yaptı yapacağını.

Ama işin en kalbime dokunan yanı başka: Kızı Ceren’in babasına yazdığı mektup.

O mektup, bir evladın babasına duyduğu sevginin en rafine haliydi.

Cümleleri dinledim. Sonra bir daha dinledim. Sonra bir daha...

Ceren’in o mektubu, sadece babasını değil, hepimizi bir yerinden yakaladı.

Aile dedik. Baba dedik. Evlat dedik.

Ve bir kez daha fark ettik: Bu hayatta kıymetini bilmemiz gereken en kıymetli hazinemiz ailemiz, sevdiklerimiz, dostlarımız…

Ahmet Minguzzi’nin Anısına…

Ahmet Minguzzi…

Gencecik yaşta 3-5 ipi kopuk serserinin bıçak darbesi ile aramızdan ayrıldı.

Hepimizin içini paramparça eden, kelimelerle anlatamayacağımız duygulara boğan bir olay.

Ama olayın ardından yaşananlar, acıyı sahiplenen geniş bir toplumsal refleksi de beraberinde getirdi.

Trabzonspor taraftarıydı Ahmet.

Gönlünü verdiği kulübü Ahmet’i sahiplendi.

Tribünler sahiplendi. Şehir sahiplendi. Siyaset sahiplendi. Taraftar grupları…

Trabzon’un tamamı sahiplendi bu acıyı.

Gurur duyuyorum bu camianın bir ferdi olmaktan…

Ahmet’in adı yaşatılıyor bugün. Bu kadirşinaslık, bu duyarlılık, açık söyleyeyim, insanın içini biraz olsun ferahlatıyor.

Benim bu yazıda paylaşmak istediğim ise kamuoyunun çok bilmediği bir başka detay.

Geçtiğimiz günlerde bir sohbette öğrendim.

Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, Ahmet Minguzzi’nin hikâyesinden oldukça etkilenmiş. Dışarıdan bakıldığında “duygusal” kategorisine kolay kolay yerleştirilmeyen biri için bu detay önemli. Çünkü bazen sessiz ama etkili bir sahiplenme, uzun uzun yapılan açıklamalardan daha fazla şey anlatır.

Bakan Ersoy, Ahmet’in annesinin bir çellist olduğunu öğrenmiş.

Ve orada, konuyu geçiştirmemiş.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın imkanları çerçevesinde bir adım atılmış. Ahmet Minguzzi’nin annesi, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nda sözleşmeli olarak göreve başlamış.

Bu, abartısız ama anlamlı bir dokunuş.

Ne sosyal medyada büyütüldü, ne kameralar karşısında duyuruldu.

Ama olan oldu.

Bir anneye, bir aileye sessizce sahip çıkıldı.

İşte bu da, bazen acıların ardından konuşmaktan çok, dokunmanın daha kıymetli olduğunu gösteriyor.

Ahmet’in gidişi hâlâ çok taze. Yürekler soğmadı…

Ama annesinin o sahnede, oğlunun adını kalbinde taşıyarak varlık göstermesi…

Ahmet’in adını belki de o sahnede yaşatması…

Hepimiz için bir parça teselli oluyor.