Herkesin Erdoğan’ı
Yaz mevsimine girdik.
Kiminin içinde tatil heyecanı var; kiminde sezonu kapatma telaşı…
Kimi umut dolu; kimi biraz umutsuz…
Üniversite sınavına girenler var; girmeyenler var…
Hayat, bir şekilde akıp gidiyor.
Bugün, biraz hayatın içinden; biraz da Türkiye’nin gündeminden konuşmak istiyorum.
Bu köşede yazdıklarım; zaman zaman çok farklı kesimlerden geri dönüşler alıyor.
Kimi eleştiriyor, kimi eksiklerimizi tamamlıyor, kimi kıymetli fikirler katıyor.
Bu, benim için değerli.
Türkiye’nin tartışma kültüründe; sürekli aynı döngüyü yaşıyoruz: En janjanlı konu bir hafta gündemde kalıyor, sonra suyu çıkarılıyor ve bağlamından koparılarak bambaşka bir yere evriliyor.
Yakın tarihimize baktığımda; sosyal medyada verilen büyük kavgaları hatırlıyorum.
Bazen iktidar muhalefetle bazen muhalefet kendi içinde; bazen herkes birbirine giriyor. Türkiye, bir türlü bu kısır döngüden çıkamıyor.
Bugün, merkezine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı alan bir yazı yazmak istiyorum.
Bu yazının, özellikle Cumhurbaşkanı’nın yakın çevresindeki bazı isimler tarafından okunmasını isterim.
Çünkü Erdoğan, artık dünya çapında bir figür.
Bir dönem sadece Türkiye’de konuşulan bir liderken, bugün savaşların durmasında, küresel meselelerin çözümünde adı geçen bir isim haline geldi.
Tayyip Erdoğan, artık "Rize’nin oğlu" ya da "Kasımpaşalı delikanlı" olmanın çok ötesinde. Evet, kökleri orada ama bugün bambaşka bir yerde duruyor.
Bu büyüme, onun çevresindeki insanların da sorumluluğunu artırıyor.
Son zamanlarda; sosyal medyada öyle bir hava oluştu ki bazıları Erdoğan’ı, Erdoğan’dan daha çok savunuyor.
Öyle ki bazen kendilerini; Erdoğan’ı en çok seven, onu en çok sahiplenen kişi ilan ediyorlar. Sosyal medyada üç-beş tweet atmakla en sadık Erdoğan taraftarı olduğunu düşünen insanlar var.
Oysa herkesin katkısı bir parça, herkesin çabası bir değer.
Kimse, bu davanın tek sahibi değil.
Erdoğan'ı en çok seven biziz demek; ona zarar veren bir yaklaşım.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı sevmek bir siyasi kimlik meselesi değil.
CHP’ye oy veren biri de Erdoğan’ı takdir edebilir, sevebilir, saygı duyabilir.
İnsanlar, Erdoğan’ı sevmek için bahane arıyor.
Bunu engellemek kimsenin haddi değil.
Dijitalde bir ortam oluştu: Kim Erdoğan’ı sevebilir, kim sevemez; kim gemiyi terk etti, kim terk etmedi…
Bunlara sosyal medya karar veriyor artık.
Oysa Erdoğan; Karabağ’da da Erdoğan, Kıbrıs’ta da Erdoğan, Suriye’de de Erdoğan, Somali’de de Erdoğan…
Yani Erdoğan, bugün dünyanın dört bir yanına dokunan bir lider.
Milyonlarca insanın Erdoğan’la ilgili bir fikri var.
Herkesin Erdoğan’ı olabilir. Bu gerçeği, kabul etmek gerekiyor.
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki insanlar, birbirini sevmek için bahane bulamazken; Erdoğan’ı sevmek için bahaneler arıyorlar.
Buna engel olmayın.
Özellikle sosyal medyada başlatılan cadı avına dair de söyleyeceğim bir iki sözüm var…
Sadakati Kim Ölçer?
Sosyal medya başta olmak üzere artık neredeyse her ortamda; bir fitne kazanı kaynıyor. Üstelik, öyle ufak tefek değil; ciddi ciddi fokur fokur kaynıyor. Konuşan konuşana, yazan yazana… Ve işin acı tarafı şu: Kimse, bu söylediklerinin bir gün muhatabının kulağına gideceğini düşünmüyor. Yarın yüzüne bakacağı insan hakkında, bugün pervasızca konuşuyor. Belki de en acısı, insanlar söyledikleri cümlelerin ağırlığını umursamıyor bile.
Ben, kendi penceremden baktığımda; bir şeyi hep hatırlıyorum: Gıybet etmek, kul hakkına girmek, insan eti yemek gibidir der bizim inancımız. Yıllardır duyduğumuz bu benzetme, artık kulağa alışıldık geliyor olabilir ama ağırlığını kaybetmemeli. Çünkü biz, gıybetin sadece laf taşımak olduğunu sanıyoruz. Oysa bir insanın arkasından, onu haksız yere eksiltmek de aynı sorumluluğu taşıyor.
Şimdi, sosyal medyada ve diğer alanlarda bir “Gemiyi kontrol etme" çabası görüyorum. Sürekli; gemiden kim indi, kim inecek, kim atlamaya hazırlanıyor, bunun listesi tutuluyor sanki. Tahtalara isimler yazılıyor, sosyal medya odalarında kararlar veriliyor. Oysa ben sormak istiyorum: Bu kararları, kim veriyor? Kim, bu geminin sahibi? Kim, kimin sadakatini ölçebilir?
Bazen birilerine gemiden inmiş muamelesi yapılıyor; sadece sustuğu için. Oysa belki de o kişi, en doğru yerden mücadele ediyor ama konuşmuyor. Belki de sustuğu için daha güçlü kalıyor. Ama bizde; ne yazık ki birine ya “Aşırı bağlı” etiketi yapıştırılıyor ya da “Tatlı su balığı” deniyor. Birilerini çok destekleyince ‘Trol’ yaftası yapıştırılıyor; biraz mesafeli kalınca da ‘Tarafsızmış gibi yapıyor’ deniyor.
Peki, biz tam olarak ne istiyoruz?
İnandığı değerlere kendi penceresinden; kendi diliyle kendi yöntemleriyle destek veren bir insanın ne kadar değerli olduğunu ölçmek bizim haddimize mi? Bir insanın aidiyetini ya da sadakatini, attığı tweet sayısıyla mı ölçeceğiz? Ya da bir insanın samimiyetini, kaç story paylaştığıyla mı tartacağız?
Bazen en samimi olan, en sessiz olandır. Bazen en güçlü destek, en sakin olandır. Ama biz, o kadar alıştık ki sesin her zaman güç olduğuna; bir şey söylemeyeni, hemen yok sayıyoruz. Biraz yüksek sesle konuşanı da hemen “Bak bu işin adamı” diye ilan ediyoruz.
Her görüşten insanla konuşana "Tatlı su balığı" diyenlerle sadece kendi mahallesinden konuşanlara "Gerçek dava adamı" diyenler, aslında aynı kayığın yolcuları. Çünkü bu insanlar, sadece kendilerince bir ölçü koyuyorlar. Oysa samimiyetin, sadakatin, dostluğun, inancın ölçüsü; herkesin yüreğinde farklıdır.
Yıllardır, bu ortamlarda bir şey gözlemledim: Bazı insanlar mücadeleyi; sadece yazmakla paylaşmakla bağırmakla sınırlı sanıyor. Oysa mücadele, bazen sessizce yürümektir. Bazen bir dostun elini sıkmak bazen bir arkadaşına omuz vermektir. Mücadele, sadece ekranlardan yapılmaz; bazen gözden uzakta yapılır.
Karar verelim. Tam olarak ne istiyoruz? Herkesin aynı şekilde destek vermesini mi? Yoksa herkesin kendi vicdanıyla kendi diliyle yol almasına saygı duymayı mı?
Bir insanın verdiği değeri ölçmek bizim haddimiz değil. Bazen en büyük destek, görünmeyen bir yerdedir. Bazen en güçlü sadakat, en sessiz kalplerdedir.
Sosyal medyanın karar mekanizması olmadığını hatırlamakta fayda var. Gerçek dostluklar, gerçek mücadeleler ve gerçek samimiyet; bir algoritmanın karar veremeyeceği kadar kıymetlidir.
Hepimiz, Yalanın Bir Parçası Mıyız?
Dijitalde içerik üretimine başlayalı, altı yıla yaklaştı.
Bir zamanlar, insanlar için en önemli şey; kim kimi takip ediyor sorusuydu.
Takip etmeyen hızlıca takipten çıkılırdı.
O dönem ‘Takip’ bir sadakat göstergesiydi.
Şimdi ise işler çok değişti.
Artık herkes, herkesi takip ediyor.
Ama çoğu kişi, birbirini sessize almış durumda.
Etkileşim varmış gibi görünen bir ortamda; aslında ne gerçek bir ilgi ne de gerçek bir bağ kalmış.
Story paylaşıyoruz, gönderi yazıyoruz, bir şeyler anlatıyoruz…
Ama bakıyoruz, en yakınımız bildiklerimiz; oralı bile değil. Bazen göz göze geldiğimiz insan, dijitalde gözümüzün önünden kaybolmuş.
Artık kimse, gerçekten dinlemiyor; kimse gerçekten bakmıyor.
Çünkü herkes, bir yandan varmış gibi yapıyor; bir yandan görünmez olmaya çalışıyor.
Kalabalık bir sessizlik hâkim. Görüyoruz ama görmemezlikten geliyoruz.
Beğeniyoruz ama içimizden gelmeden.
Yorum yapıyoruz ama aslında umrumuzda bile değil.
Belki de hepimiz, birbirimize kibarca yalan söylüyoruz.
Dijital nezaketin içinde, samimiyetimizi kaybettik.
O yüzden soruyorum: Hepimiz, yalanın bir parçası değil miyiz?