İstanbul Erkek Lisesi'nde neler oluyor?
Son birkaç gündür sosyal medya, Türkiye’nin en köklü okullarından biri olan İstanbul Erkek Lisesi’nde yaşandığı iddia edilen olaylarla çalkalanıyor.
Ortam o kadar gürültülü, o kadar karmaşık ki, hakikati duymak neredeyse imkansız.
Bu karmaşada şüphesiz en büyük pay yine sosyal medyanın…
Ona da geleceğiz elbette ancak önce olayı bir anlayalım.
İddiaya göre 9. sınıfta okuyan bir grup erkek öğrenci, kız öğrenciler hakkında son derece rahatsız edici, sınırları aşan ifadeler içeren 507 maddelik bir liste hazırlıyor.
Bu bile başlı başına bir alarm zili…
Çünkü mesele sadece “ayıp bir hareket” değil.
Zihinsel bir çürümenin, dijital dünyanın hoyratlığının, değer erozyonunun bir işareti.
Olay burada bitmiyor.
Bu listenin ortaya çıkmasının ardından bu öğrencilerin, 11. sınıftan bazı öğrenciler tarafından fiziksel şiddete maruz bırakıldığı iddiası da mevcut.
Yani ahlaki çöküşün üzerine bir de şiddet katmanı ekleniyor.
Bir tarafta incitici bir eylemin kurbanı olduğunu düşünen öğrenciler…
Öbür tarafta linç edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalan 14 yaşındaki çocuklar…
Ve ortada kalan onca aile, onca öğretmen, onca sarsılmış eğitim ortamı…
Bana kalırsa okul yönetimi de bu süreci iyi yönetemedi.
Hatta sınıfta kaldı desem yeridir.
İstanbul Erkek Lisesi gibi köklü bir kurumda böyle bir şey yaşanmış olma ihtimali bile aslında toplum olarak nerede durduğumuzu sorgulatıyor.
Bugünün çocukları, sosyal medyanın hoyrat diline, duyarsızlığın sıradanlaştığı bir atmosferin içine doğuyor.
Mahremiyet, saygı, nezaket gibi değerler, eskiden kendiliğinden öğrenilen şeylerdi.
Artık yıpranıyor, aşınıyor, hafifliyor.
Özetle bir sosyal çürüme hali…
Eğer 14 yaşında bir çocuk, diğerleri hakkında bu denli aşağılayıcı bir içerik hazırlayabiliyorsa, orada sadece ‘çocuğun hatası’ yoktur arkadaşlar.
Aileden, dijital ortamdan, toplumsal atmosferden beslenen daha geniş bir boşluk var demektir.
Bir baba olarak net bir şekilde söyleyebilirim ki; sorumluluk hepimize düşüyor.
Tabii işin bir de şiddet boyutu var.
Bu olayda da görüldüğü üzere bir yanlışın üzerine başka bir yanlış yapıldığında sorun çözülmez, daha büyük bir düğüme dönüşür.
11. sınıf öğrencilerinin 9. sınıflara şiddet uyguladığı iddiası da en az ilk olay kadar ürkütücü.
Çünkü şiddetin kimden geldiğinin bir önemi yok, okulda şiddet varsa o okulun ruhu yara almış demektir.
Bu çocukların her biri, listeyi hazırlayan da tepki gösteren de aslında biz yetişkinlerin bıraktığı iklimde büyüyor.
Bizden öğrendikleri bir dünyada birbirlerine karşı bir davranış sergiliyorlar.
Diyorum ya sorumluluk hepimizin.
Bu çocuklar, her gün şiddetin, tacizin, zorbalığın bangır bangır konuşulduğu ve ne yazık ki normalleştirildiği ortamda kimlik şekillendiriyor.
Neyse ki…
İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün hızla soruşturma başlatması, ailelerin talebiyle bazı öğrencilerin başka okullara nakledilmesi, sürecin başıboş bırakılmadığını gösteriyor.
Bu önemli…
Çünkü böyle durumlarda yapılacak en kritik şey, kontrolü elden bırakmamak, öğrencileri ve aileleri yalnızlaştırmamak.
Ancak aileler ardı ardına tehdit mesajları aldıklarını söylüyor.
Anlayacağınız durumun vehameti her geçen gün katlanarak artıyor.
Bu yüzden soruşturmanın şeffaflıkla, adaletle, ivedilikle tamamlanması gerekiyor.
Mağdurun da hatalı davrananın da şiddete başvuranın da “çocuk” oldukları gerçeği unutulmadan…
Devlet, okul ve aile üçgeni, burada birlikte hareket etmek zorunda.
Bir taraf eksik olursa, çark dönmez.
Evet gelelim şimdi yukarıda bahsettiğim işin sosyal medya ayağına.
Öyle zannediyorum ki sosyal medyada iş yapan biri olarak bu mecrayı benim kadar eleştiren bir başka kimse daha yoktur.
Çünkü biliyorum ki durum vahim.
Ve maalesef süreç beni haklı çıkarıyor.
Bu olaydaki en büyük tehlikelerden biri sosyal medyada yükselen linç kültürü.
Daha soruşturma tamamlanmadan atılan kesin hükümler, çocukların hayatı boyunca taşıyacağı ağır yaralar açabilir.
Bugün tartışmalar, bağırışlar, paylaşımlar arasında kaybolup giden şey çocukların kırılganlığı.
Eleştiri yapılır, yanlışlar konuşulur, çözüm yolları tartışılır…
Ama linç kültürünün bıraktığı enkazı kimse kaldıramaz.
Umarım bu olayda herkes üzerine düşeni alır ve suçu olana gerekli yaptırımlar uygulanır.
Ve umut ediyorum ki bu tarz olayların tekrarı yaşanmaz.
Dediğim gibi, sorumluluk hepimizin…
TOGG’A DAİR BİR FİKİR
DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, geçen katıldığı NOW TV yayınında TOGG’a dair bir perspektif sundu.
Açıkçası "Neden olmasın?” diyerek bugün bu konuyu sizinle de konuşmak istedim.
Sayın Babacan, son açıklamasında TOGG’un taksi segmentine uyarlanabileceğini ve ÖTV–KDV muafiyetiyle yenileme programı başlatılabileceğini söyledi.
Bu aslında hükümetin bir süredir adım adım hayata geçirdiği yerli otomobil vizyonunun ne kadar doğru bir zeminde ilerlediğini bir kez daha gösteriyor.
Bugün TOGG, sadece bir otomobil markası değil…
Türkiye’nin teknoloji bağımsızlığı hedefinde stratejik bir atılım.
Bana kalırsa bu dikkate değer bir adım olur.
Taksicilerin yerli ve elektrikli araçlara yönelmesi, hem şehir içi ulaşımda konfor ve maliyet avantajı sağlayacak hem de karbon ayak izimizi azaltarak büyükşehirlerde nefes aldıracak bir dönüşüm yaratacak.
Zaten hükümetin uzun süredir üzerinde çalıştığı teşvik modelleri düşünüldüğünde, Babacan’ın dile getirdiği önerilerin çoğu aslında mevcut politikaların doğal bir uzantısı niteliğinde.
Elbette siyasi rekabet gereği “Biz yapacağız” söylemleri duyulabilir.
Ancak Türkiye’nin teknoloji ve sanayi hamlesi kişilerin değil, devletin uzun soluklu stratejisinin ürünü.
Önemli olan, bu vizyonun etrafında birleşebilmek.
TOGG’un taksi versiyonunun hayata geçmesi de bu ortak hedef doğrultusunda ülkemize değer katacaktır.
Bilmem siz bu konuda ne düşünürsünüz…
Bu konuda geri dönüşlerinizi muhakkak okumak isterim.
Mesajlarınızı bekliyorum.
Kalın sağlıcakla…