MESLEKİ ETİĞİ GEÇTİM ŞEHİTLERE SAYGI DUYALIM
Haftanın son gününden hepinize merhaba.
Geçtiğimiz günlerde 20 vatan evladımızı şehit verdik.
Hepimizin evine ayrı ayrı ateş düştü.
Yüreğimiz yandı.
Kahramanlarımıza bir kez daha rahmet diliyorum.
Acılı ailelerine sabır diliyorum.
Tarifsiz bir acı…
Ancak bu acıyı bile sabote etmeye kalktılar.
Öncelikle bir konuya açıklık getireyim. Ve daha sonra bu ifademin ne anlama geldiğini açıklayayım.
Yaklaşık 3 ay önce planlanmış bir ABD seyahatim nedeniyle bu elim olayın yaşandığı bölgeye gidemedim. Beni bilen bilir; sahada olmak, sıfır noktasından haber yapmak benim meslek anlayışımdır. Ama ne yazık ki bu olay yaşandığında ABD’deydim.
Sosyal medyada paylaşılan iddialar, fotoğraflar, isim listeleri...
Herkes bir şey söylüyor, herkes bir şey biliyor.
Ama gerçekte ne kadarını biliyoruz?
Acının en derin halinde, çoğu zaman sessiz kalmak en saygılı duruştur.
Ne yazık ki sosyal medya çağında bu sessizliğe tahammül edemiyoruz.
Henüz resmi açıklama dahi yapılmadan, doğruluğu teyit edilmemiş bilgilerle birbirimize haber taşımayı “duyarlılık” sanıyoruz.
Oysa bu telaş içinde, en büyük zararı yine acının merkezindeki insanlara veriyoruz.
Ocağına ateş düşen ailelere…
Şimdi hiç üstlerine vazife olmamasına rağmen bu bilgi kirliliğini yayan hesaplara soruyorum.
Bir annenin, oğlunun adını sosyal medyada bir iddia olarak görmesi kadar yıkıcı bir şey olabilir mi?
Ya da bir babanın, “ölüm haberi” diye paylaşılan bir fotoğrafın aslında başka bir birliğe ait olduğunu sonradan öğrenmesi?
Bilgi kirliliği sadece kamu düzenini değil, insan onurunu da zedeliyor.
Bu noktada sorumluluk hepimize düşüyor.
Gazetecilere, haber sitelerine, ama en çok da kullanıcılara…
Her paylaşım, her “duydum ki” cümlesi bir etki yaratıyor.
Ve bu etkinin bedeli bazen çok ağır olabiliyor.
Elbette bilgi almak, ülkenin gerçeklerinden haberdar olmak hakkımız.
Ama doğrulanmamış bilgilere sarılmak, hele ki can kayıplarının olduğu anlarda hakkın ötesinde bir saygısızlığa dönüşüyor.
Resmi açıklamalar geciktiğinde eleştirilebilir elbette…
Lakin bu boşluğu panik ve dedikodu ile doldurmak kimseye fayda getirmiyor.
Biraz sabır, biraz sağduyu, biraz empati...
Hepsi bu kadar.
Üstelik bunu gazeteci refleksiyle yaptığını iddia edenler de oluyor.
Uzun yıllardır medyada yer alan biri olarak çok net söyleyebilirim ki…
Bunun adı ne gazetecilik ne de yayıncılık.
Aslında bakarsınız bu tablo artık tanıdık.
Her acı olayın ardından aynı döngüyü yaşıyoruz.
Henüz teyit edilmemiş bilgiler hızla yayılıyor.
İnsanlar “ilk ben paylaştım” telaşına kapılıyor.
Acının ortasında bilgi kirliliği büyüyor.
Oysa bu süreçte en çok zarar gören yine gerçeğin kendisi oluyor.
Basın meslek ilkeleri çok açık: Doğrulanmamış bilgi yayımlanmaz.
Ama sosyal medya çağında herkesin elinde bir “yayın aracı” var.
Bu da sorumluluğu bireyselleştiriyor.
Artık yalnız gazeteciler değil her kullanıcı, bir anlamda “haberi yayan” kişi konumunda.
Bu nedenle “Ben sadece paylaştım” bahanesi geçerli değil.
Her paylaşım bir etki yaratıyor ve bu etkinin çoğu kez telafisi olmuyor.
Bana kalırsa bunun adı tam bir etkileşim hastalığı.
Adı da oldukça net bu tanımın: Düşüncesizlik…
Evet, kamuoyunun haber alma hakkı var.
Ancak bu hak, doğru ve doğrulanmış bilgiye dayanır.
Kriz anlarında hızdan önce doğruluğu gözetmek, hem mesleki hem insani bir sorumluluk.
Gazeteciliğin özü de budur: Hız değil, doğruluk.
Bir kez daha 20 kahraman vatan evladımıza Allah’tan rahmet diliyor ve tüm vatan şehitlerimizi minnetle anıyorum.
Bir önemli not: Yaşanan bu elim olay nedeniyle Adalet Bakanı Yılmaz Tunç ile yaptığımız röportajı erteledik. Sn Bakan Tunç ile röportajımız, pazartesi günü YouTube kanalımızda olacak.
Haftaya görüşmek üzere
Kalın sağlıcakla…