Tiyatronun ustası konuştu: Unutulmayan roller, bilinmeyen hikayeler

Aslı Didari
Aslı Didari

Yıllar önce yaptığım ama dergi yayımlanmadığı için tozlu arşivimde unutulan bu röportajı, ilk kez sizinle paylaşmak istedim.

Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen tiyatrocu Zihni Göktay'ın o günkü sözlerinin zaman zaman beynimde canlandığını söylemek isterim.

Özellikle de üstadın tiyatro için "hastalanınca kapısına ‘kapalıyız’ levhası asılacak bir yer değil" demesini unutmadım.

Benim için de işim öyle...

BU RÖPORTAJI İLK KEZ OKUYACAKSINIZ...

ZİHNİ GÖKTAY, Türk Tiyatro tarihinin önemli oyuncularından biri. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda üst üste sergilediği oyunlarla seyirciyi kendisine hayran bırakan bir usta oyuncu. Adı anıldığında yüzleri güldüren bu ismin arkasında uzun yıllara yayılan bir birikim ve durmadan, dinlenmeden gösterilen çalışma azmi yatıyor. Zihni Göktay, seyirci için tiyatro sanatındaki ustalığının yanı sıra sözüne güvenilir, yaptığı nükteden ders çıkartılır nadide bir isim. Kendi deyimiyle “İnsanı insana insanca anlatan” bu sanatı 54 yıldır sürdürüyor. 

İstanbul Şehir Tiyatroları’nın bu değerli ismi ile tiyatro serüvenini, tiyatroda yaşadıklarını ve seyircisine yaşattıklarını konuştuk.

Sorularımızın cevaplarını verirken tabi ister istemez başka yerlere de savrulduk.

"İLK ADIMLAR LİSENİN TİYATRO KOLUNDA ATILDI"

-Sayın Zihni Göktay, bize hayat hikayenizi de aktararak tiyatroya olan ilginizin nasıl başladığını anlatır mısınız?

Ailem Alman Harbi sırasında, 1939 yılında, Bulgaristan’dan topraklarını bırakarak buraya gelmişler. Ben 2 Aralık 1945’te İstanbul’da Fatih’te doğdum. 28 gün için bir yaş almayayım diye babam beni nüfusa 1 Ocak 1946’da yazdırmış. Ama asıl sebebi o zaman yokluk günleri ve kömür karne ile veriliyor. Bizim hakkımız olan yarım ton kömürü babam Kasım ayında almış. Beni Ocak ayında doğmuş göstererek de sobalı evde üşütüp hasta olmamam için ileriki kışın kömür hakkını da almak istemiş. 

İlk ve ortaokula Fatih’te gittim. İlk kez beşinci sınıf müsameresinde bir zeybek rolünü oynadım. Pertevniyal Lisesi’nde okudum. Ama müspet ilimlere karşı beceriksizliğimden ötürü cebir, kimya, fizik ve matematikten sınıfta kalıyordum. Bu yüzden bazı sınıfları iki kez okumak zorunda kaldım. 

Tiyatroyu seviyordum. Kitaplarını okuyorum. Oyunları takip ediyordum. Pertevniyal Lisesi’nden tiyatro kolunda temsillere çıkıyordum ama bu beni tatmin etmediği için Eminönü Halk Evi’nin tiyatro koluna yazıldım. Sonra İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Gençlik Tiyatro’sunda oynadım. Yeri Eminönü Halk Evi’nin binasının içindeydi. Sonra orası Milli Türk Talebe Birliği binası oldu. Karşısında da Türkiye Milli Talebe Federasyonu vardı. Farklı siyasi görüşlerden dolayı tartışmalar yaşanırdı. Biz tiyatrocular bu konularla fazla ilgilenmedik. Biz yalnız tiyatroyu baz aldık. Öğrenci olaylarına karışmamak için 'Biz ne sağcıyız ne solcuyuz biz tiyatrocuyuz' dedik. Ama tiyatroyu politikadan da soyutlayamazsın tabi.

Yaşar Kemal’le birlikte oyunuma gelen Fakir Baykurt, beni çok beğendi 

Milli Türk Talebe Birliği’nde Gogol’ın “Müfettiş”ini oynuyorduk. Yönetim değişti. Milliyetçi bir grup geldi. “Bu Rus oyununu niye oynuyorsunuz?” dediler. Biz de gittik, Türkiye Milli Talebe Federasyonu’na sığındık. Rahmetli Cüneyt Türel ile birlikte Levent Dönmez arkadaşımız orada Fakir Bayburt’un “Yılanların Öcü”nü sahneliyorlardı. Bana bir rol verdiler. 18 yaşındayken 45 yaşı oynadım. Köy ihtiyar heyetindeki Ageli Dayı’yı canlandırıyordum. Ben hep kendi yaşımdan büyük rolleri oynadım. Oyunun yazarı Fakir Baykurt oyuna Yaşar Kemal’le birlikte geldi ve beni çok beğendi. Yanına çağırıp “Sen artık amatörlükten profesyonelliğe geçme hakkına haizsin. Gülriz Sururi Tiyatrosu’nda benim ‘Teneke’ adlı bir oyunum oynanacak. Orada bir arzuhalci rolü var. O rolü sana versinler” dedi. 

Engin Cezar, Gülriz Sururi Tiyatrosu, değerli isimlerin bulunduğu bir tiyatroydu. Lütfullah Sururi, Celal Sururi, Yusuf Sururi, Toto Karaca, Muzaffer Hepgüler birlikte vodvil oynuyorlardı. Gülriz Sururi ise daha farklı oyunlar sahneleniyordu. 

Bir hafta sonra tam Elhamra Tiyatrosu’na doğru yürürken Galatasaray Postanesi’nin önünde Halk Evi’nden ağabeyim Erdinç Üstün ile karşılaştım. Profesyonellik teklifi aldığımı anlattım. Bana “Ankara Meydan Sahnesi turnede. Haldun Taner’in ‘Eşeğin Gölgesi’ni oynayacaklar. Ben de orada oynayacağım. Oyuncuya ihtiyaçları var. Sen de gel” dedi. Bu fikir ailemin çocuklarının mimar, mühendis, biyolog, eczacı gibi ilimlerle ilgilendiklerinden dolayı gelecek tepkiler açısından, İstanbul’da tiyatro yapmaktan çekindiğimden cazip geldi. 

Halep Pasajı’nda Ferhan Şensoy’un Tiyatrosu’nun olduğu yerde, Ankara Meydan Tiyatrosu’nun sahibi Çetin Köroğlu ile tanıştık. “8 Ekim 1964’te Ankara’da ol” dedi. Meydan Sahnesi’nde 500 TL maaşla işe başlayacaktım.

Ailemden önce tepki geldi. Aşkla çok severek ilgilendiğim mesleği onaylamamalarına çok üzüldüm. 

Terzilik yapan babam çok tiyatrosever bir insandı. Gençliğinde tiyatro yapmıştı. Beni Şehir Tiyatroları’nın çocuk oyunlarına, Muammer Karaca Tiyatrosu’na ve Gülhane’ye İsmail Dümbüllü’nün oyunlarına götürürdü. Bu teklif sonrasında benimle konuştu. Babam eğer bu meslekte en iyisini olacaksam Ankara’ya gitmemi ama eğer 5. sınıf bir aktör olacaksam şimdi değil ama ileride ağrıma gideceğini söyledi. Ve ben Ankara’ya gittim. 

"PROFESYONEL HAYATA ANKARA’DA BAŞLADIM"

Ankara disiplinli bir şehirdi. 1973’te tiyatro kapanana kadar o tiyatroda çalıştım. Bu süreçte terfi ettim, 250 TL fark alarak tiyatronun müdürlüğünü de yaptım. 

Derler ki “Patron tiyatrosunda patron hep önemli rolleri kendisine alır.” Bana öyle bir şey olmadı. Ayrıca Devlet Tiyatroları’ndan konuk oyuncu olarak gelen Yıldırım Önal, Asuman Korad, Yalın Tolga, Baykal Saran gibi önemli sanatçılarla birlikte oynadım.

Bunun yanı sıra daha rahat bir yaşam süreyim diye dublaj yapmaya başladım. Tiyatro her zaman ekmek parasını vermiştir ama kıyma parası için dublaj, radyo çalışması gibi öteki işleri de yapmak gerekir. Dizilerde de oynadım. Reklam filmleri de yaptım.

"YETENEK, HÜDA-İ NABİT YANİ ALLAH VERGİSİ"

-Oyunlarda hangi döneme ait olursa olsun metnin dışına çıkıp günümüzü gündemi yakalayan nükteleriniz var. Bu tavrınızla seyirci ile bütünleşiyorsunuz. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Eleştiri, gönderme, ironi hakkına her zamana sahibizdir. Sanat muhaliftir. Hakaret içermeden sosyal çarpıklıkları, politik göndermeleri sahneden yaparız. Daha usturuplu, eskilerin tabiri “zülfü yâre dokunmayan”, halk dilinde de “fincancı katırlarını ürkütmeden”. Benim tavrım daha ziyade halkın isteyip de söyleyemediklerini halkın hislerine tercüman olacak şekilde latifelerle aktarmaktır, bazı sosyal çarpıklıkları dile getirmektir. “Lüküs Hayat” bunun için 28 sene sürmüştür. Diğer oyunlarım da uzun yıllar oynamıştır. 

Bir oyuna hizmet edeceksem daha okuma provalarında söylemek istediği şeyin altını çizerim. Oraları daha bir özenle seçerek oynarım. Orkestra çukurundan, birinci sıraya ve en son sıraya kadar aktarılsın isterim. 

Karşımdaki seyircinin nabzını ilk 15 dakikada alırım. Eğitimli mi kitap-gazete okuyor mu esprilere olan reaksiyonların bana dönüşünden anlarım. Bu Hüda-i Nabit yani “Allah Vergisi” bir sezgi. Yetenek de böyle bir şey. Herkes ünlü olamaz. Herkes başrol oyuncusu olamıyor. Yetenek başka bir şeydir.

Ben Halkevlerinde usta çırak ilişkisi içinde ustalarımı çok seyrederek gözlem yaparak dağarcığımı bu gözlemlerle zenginleştirerek, halkın arasında çok dolaşarak yetiştim. 

"KÜLTÜRLÜ SEYİRCİYE OYNAMAK LEZZET VERİYOR"

Kültürlü seyirciye oynamak güzel geliyor. Lezzet veriyor. Sekiz şubeli tiyatroda semtten semtte sosyokültürel farklılıklar var. Tabii kimseyi küçümsemiyorum. O akşam hitap ettiğim seyirciye göre oynuyorum. Esprileri daha anlaşılır bir şekilde veriyorum. Yani büyük lokmalar halinde değil, küçük lokmalar halinde daha fazla çiğneyerek aktarmaya çalışıyorum. Onun için de benim oynadığım oyunlarının süreleri farklı sahnelerde farklı olabiliyor. 

Halkı, hitap ettiğin seyirciyi tanımak çok önemli. İnsanı insana insanca anlatan bu sanatı 54 yıldır yapıyorum. Tiyatro hayatın aynasıysa biz de halkın sahnedeki görüntüsüyüz. Onlara ilüzyonsuz, montajsız, birebir, canlı olarak her şeyi göstermek zorundayız. Hatası ve cevabıyla o anda o oyunu oynamak zorundayız.

"SAHNEDE GÜLDÜRDÜM, KULİSE GEÇTİM AĞLADIM" 

-Hasta olduğunuzda ya da üzüntülü zamanlarınızda oyununuz varsa neler yaşadınız?

Hasta olduğunuzda, 38-40 derece ateşiniz de olsa sahneye çıktığınızda birden bire iyileşirsiniz. O sahne perisi 39 dereceyi hemen 36.5’a indiriverir. Bunun tarifi yoktur. Bu başka bir şeydir. Bu metafizik bir olaydır. Acı, tatlı günlerimizde de sahneye çıkmak zorundayız. Burası bir tütüncü dükkanı değil. “Cenaze dolayısı ile kapalıyız” diye burada bir karton yapıştıramayız. Türk Tiyatrosu’nun kurucusu ve koruyucusu Muhsin Ertuğrul, bize “Kendiniz o kutunun içine girmedikçe perde açılır” derdi. 

"ANNEMİN VEFAT ETTİĞİ GÜN SAHNEYE ÇIKTIM"

Annem 1991 yılında bir pazar günü saat 12.25’te vefat etti. Aynı gün saat 15.00’de “Resimli Osmanlı Tarihi”nin matinesi vardı. Ben perdenin önünde birisinin ceketinin önünü ilikleyerek “Zihni Göktay’ın annesi vefat etti. Bugün matinemizi oynayamayacağız” dedirtmek istemedim. Tiyatroya olan aşkımdan ve seyirciye olan saygımdan oyunun o gün oynanmamasını içime sindiremezdim. Seyircileri geriye göndermek istemedim. Kulise geçtim ağladım. Sahnede güldürdüm. Pazartesi günü hazırlığımızı yaptık, dini vecibeleri yerine getirerek salı günü annemi defnettik. Aynı gün “Lüküs Hayat”ı oynadım. Halbuki annemi yeni kaybetmiştim. 

Sonra askerlik yaparken böbreklerimi üşüttüm. Nefrit oldum. Bana 25 günlük rapor verdiler. Raporuna rağmen kendi isteğimle “Figaro’nun Düğünü” ve “12 Öfkeli Adam”da oynadım. “Lüküs Hayat”ı Kağıthane’de oynarken siyatik hastalığına yakalandım. O dönem Genel Sanat Yönetmeni Ayşe Nil Hanım’dı. Bana “Bu berbat bir sinir hastalığıdır, sonu sakatlıkla bitmesin, gel rapor al” dedi. “Ben ölürsem sahnede öleyim” dedim. Kapıya ambulans ve hemşire çağırdı. İğnelerle sahneye çıktım.

"TİYATROYA GİTMEK BİR KONSANTRASYON İŞİ"

Terlemek zorundayız. Bir sanatçı oyunun sonunda mutlaka evine terlemiş bir ıslak fanila götürmeli. Halkımız, şehrin insanları kendi bütçesinden bir para ayırarak beynini bize kiraya veriyor. Edep dairesinde onlara iyiyi ve güzeli doğruyu anlatmak zorundayız. Onun için de bir iş terleyerek yapılır. Onun için de alın teri sahneye damlayacak. O terin parasını alacağız. Çünkü onların bütçesinden ayrılan helal para çok önemli. Çünkü hayati ihtiyaçların en sonunda düşünülecek bir ihtiyaç tiyatro. Çağımızda çeşitli kanallar aracılığı ile rahatça evinde oturup televizyon izlemek varken önceden biletini alıyor, dışarı çıkıyor ve yolculuk yapıyor. Tiyatroya gitmek bir hazırlıktır. Tiyatroya gitmek bir konsantrasyon işidir. Emek ister. O emeği sarf eden kişiye biz de terimizi damlatarak oynamak zorundayız. Bu şehrin insanları kendi bütçelerinden para ayırıp tiyatroya geliyorlarsa biz de onlara iyiyi, doğruyu anlatmak zorundayız. Havada bir uçak türbülansa yakalandığı zaman nasılsa biz de sahnede türbülansa yakalansak da hiçbir şeyi belli etmeden, eğlenceyi ve faydalıyı bir arada sunmak zorundayız. Bunun için de terlemek zorundayız. 

"TİYATRODAN KAZANDIRDIĞIM PARA İLE ÇOCUKLARIMI BÜYÜTTÜM"

Ben bu konuda çok inançlı biriyim. Ben bu para ile çocuklarımı büyüttüm. Evimi geçindirdim. Normal standartlarda mütevazi bir şekilde yaşayan sanatçılar grubundayız. Gençliğimizde kalkınmakta olan bir ülkede olduğumuzu bilerek, bir şeyi israf etmeden büyüdük. Şartlar ağırdı. Kalem, defter, silgi yoktu. Bu nedenle bize yanlış yapmamayı, tutumlu olmayı öğrettiler. Yurttaşlık bilgisi verdiler. Vatana iyi bir yurttaş, örnek vatandaş olma bilincini aşıladılar. Cimri değil tutumlu olmayı öğrendik. İsrafın haram olduğunu öğrendik. 

Bugünkü teknolojiyi kullanmak güzel ama yine de bir dergiye yazı hazırlayacaksam eğer el yazısı yazıp veririm. Türk Edebiyatı’nda mektup bir türdür. Mesajlaşmak değil yüz yüze konuşmak isterim. Tiyatro bu yüzden de önemli. 

Ancak bunun yanında teknolojiyi de öğrenmek, kullanmak ve kucaklaşmak lazım. 

"EŞİMİ, İŞİMİ, AŞIMI, KENDİM SEÇTİM"

Kadın erkek ilişkisine önem veririm. İnsan işini, eşini, aşını seçebilmeli. Fakat mesela işini seçemiyorsun. Puanın tutmuyor. Arkeoloji okuyacaksın diyorlar, okuyorsun. Halbuki sen başka bir şey istiyorsundur. Erkek ya da kız arkadaşını ailenle tanıştırmak istersin, karşı çıkarlar. Eşini de seçemezsin. İşini seçemediğin için dolayısı ile aşını da seçemiyorsun. Bunlar hayatta domino etkisi yapıyor. 39 yıllık evli bir sanatçıyım. Evlilik bir fedakarlık meselesidir. Vasfi Rıza Zobu bir gün bize “Birbirinizi sevmek zorunda değilsiniz. Katlanmak zorundasınız. Çünkü bu tiyatroyu çok zor şartlar altında kurduk” dedi. Evlilik de biraz böyle. Küçük tartışmalarda uzaklaşmamak lazım. Özellikle çocuk varsa onun hatırına, sağlam bir psikolojide büyümesi için birbirimizi hoş görmek zorundayız. İki ayrı aileden iki ayrı insan geliyor, aşk bitiyor, saygı kalıyor. 

İşimi de seviyorum. Bana “yorulmuyor musunuz” diye soruyorlar. Yorulmuyorum.

Gelenekçi bir tavrım vardır, bunu ön plana çıkartırım. Manevi hazlar dediğimiz şeylerden uzak kaldık. Bazı şeyleri unuttuk. Komşuluklar kalmadı. Cenazemizden hastalığımızdan bile haberleri olmuyor. Bunlar bir pazılın parçaları. 

"ŞEHİR TİYATROSU BABA OCAĞIDIR" 

-İstanbul Şehir Tiyatroları ile nasıl tanıştınız? Geçmişin değerli isimleri ile çalışma olanağınız oldu mu? Sizin için Şehir Tiyatroları ne ifade ediyor?

Şehir Tiyatroları’nın kurucusu, ağabeyi Muhsin Ertuğrul ile birlikte çalışma mutluluğuna erişmiş nadir sanatçılardanım. Onun kadim arkadaşı Vasfi Rıza Zobu ile de birlikte çalıştım. Onların genel sanat yönetmenliklerinde biriyle 8 biriyle 9 sene birlikte olduğum için de kendilerini yakinen tanıyorum. Vasfi Rıza Zobu beni tiyatroya, Muhsin Ertuğrul da kadroya aldı. İkisinden de feyz aldım. Muhsin Ertuğrul’dan Batı Tiyatrosu’nu, Rus Tiyatrosu’nu, İngiliz Tiyatrosu’nu, Alman Tiyatrosu’nu, Vasfi Rıza Zobu’dan ise Tanzimat Tiyatrosu’nu, Osmanlı Tiyatrosu ve geleneksel tiyatroyu öğrendim. Şehir Tiyatroları’nda 1914’ten 1984 yılına kadar ikisi değişik zamanlarda genel sanat yönetmenliği yaptılar. 

Askerlik peygamber ocağıdır. Şehir Tiyatrosu da bir baba ocağıdır. Şu anda oğlum ve kızım da bu kurumdalar. Şu anda “Hisse-i Şaiya”da kızım Zeynep Göktay Dilbaz kızımı, damadım Uğur Dilbaz da damadımı oynuyor. Oğlum Ömer Göktay ise “Lüküs Hayat”ta bana klarnetiyle eşlik etti. Sonra “Cibali Karakolu”nda orkestra şefi olarak yer aldı. Tiyatro bana bu güzellikleri yaşatıyor.

"LÜKÜS HAYAT 28 SENE SÜRDÜ"

-Sizde en çok iz bırakan oyun ve rolünüzü sorarsak hangilerini söyleyebilirsiniz? Rollerinize nasıl hazırlanırsınız?

“Lüküs Hayat” 28 sene sürdü. “Kanlı Nigar”, “Resimli Osmanlı Tarihi”, “Kuşlar” müzikali, şimdi “Cibali Karakolu” ve “Hisse-i Şaiya” kendi üslubumca oynadığım oyunlardandır. 

83 piyeste oynadım. Ezberlemek başka şey. Oynamak başka şey. Bir metin var. Evet ama biz o metni 3 boyutta ete kemiğe büründürüyoruz. Rollerime hazırlanırken önce karakter yapısını incelerim. Tipi tanırım. “Bu tip halkın arasında yaşıyor mu?” diye bakarım.

Halk Eğitim’e gelen Avni Dilligil, Muammer Karaca ve Ulvi Uraz hocamız bize dediler ki “Oynadığınız karakteri bir inceleyin. Tilki gibi kurnaz mı? Bir köpek gibi sadık mı? Bir kedi gibi menfaatçi mi? Bir yılan gibi sinsi midir? Bir sivrisinek gibi kanınızı emecek gibi midir? Bir asalak, bir parazit midir? Aslan gibi dominant bir rol müdür?” Rolleri bir hayvandan yola çıkarak incelersek karakterleri tamamlamaya yardımcı olabilir. Mesela “Lüküs Hayat”ta külhanbeyi gibi karakterime çok ters birini oynadım. Halbuki özel hayatımda hiç böyle biri değilim. Kalp kırmam. 

"BEN ALAYLIYIM"

Ben alaylıyım ama ustalarımdan çok değerli bilgiler öğrendim. Şimdi konservatuvarlarda geleneksel tiyatro ile ilgili bir ders yok. Ben de akademisyen olmadığım için gidip ders veremiyorum. Ancak workshoplarda, seminerlerde, söyleşilerde içimi boşaltıyorum. Oyuncu bilgili olmalı. Mesela fes takış usulünü bilmek lazım. Püskülün ne şekilde durduğu mesleğini ele verir. Her padişahın döneminin kendine göre bir fes takılış şekli var. 

"OYUNLARA DUA OKUR, ÖYLE ÇIKARIM"

-Sahneye çıkmadan önce ne yaparsınız?

Hacı torunuyum. Aşırı tutucu değil ama mütedeyyin bir ailede büyüdüm. Takva sahibi değilim ama iman sahibiyim. İyi bir sanatçı olmanın bir parçası da bu bence. Oyunlara da kendi bildiğim duaları okur öyle çıkarım. Hem benim hem de arkadaşlarımım kazasız belasız oyunu bitirmesini dilerim.

-Tiyatrocu olmak isteyenlere ne tavsiye edersiniz?

Çok ama çok çalışmalılar. Bol bol gözlem yapmalılar.

"PARA BİRİKTERMEDİM AMA İNSAN BİRİKTİRDİM"

-Toplumun her yaş ve kesiminden insanın sizi bu kadar sevmesi için neler yaptınız?

Böyle düşünülmesine sadece sevinirim. Ve bunu hissettirdiysem eğer tek nedeni tiyatroya olan aşkımı yansıttığım için olabilir. Ben para biriktiremedim ama insan biriktirdim.