Dırahşan Öğretmenim

Mustafa Armağan
Mustafa Armağan

Bütün öğretmenlerimize muhabbetle 

1967 yılının Ağustos’u gurûba meylederken Gaziantep’ten Bursa’ya taşınmıştık. Altıparmak semtinin az yukarısında, Çatalfırın’daki Şehabettin Paşa Camii'nin hemen karşısında bulunan iki katlı eski bir ahşap evde oturuyorduk. 

Aralık veya ocak ayları olmalı. Çok kar yağardı o zamanlar Bursa’ya. Bir sabah uyandım ki ilk kar yağmaya başlamış. Yerler de epeyce kar tutmuş. Yazlık ayakkabılarla gitmiştim okula.

Karla kaplı rampayı yürüyerek çıktım ama ayağım su içindeydi. Fena halde üşümüş, geç de kalmıştım. Yarı donmuş parmaklarımla sınıfın kapısını tıklatıp açtım.

Dırahşan Öğretmenimiz o mosmor halimle sınıfa girince hemen aldı beni gürül gürül yanan sobanın yanına. Hademeye haber verdi, sobaya odun attı, sandalyesini verdi bana, oturttu sobanın başına. Ellerim soğuktan kıpkırmızı olmuştu. Sobada ısıttım karıncalanan avuçlarımı. Ayakkabılarımı da çıkarttırdı; çoraplarım sırılsıklamdı. Ve ben iyice ısınıp sobanın yanındaki odun-kömür tenekesinin kenarında kurumaya bıraktığım çorapları giyince sırama oturttu.

Sınıfta herkes film seyreder gibi bana bakıyordu. Ben kendi derdimdeydim oysa.  

O sınıf, bugün Zafer Plaza’nın arkasında derviş edasıyla bekleyen Hocailyas Ortaokulu’nun cephesinden bakıldığında sol alt köşedeki sınıftır. 

Asıl adı Hocailyaszade Mektebi olan okulun adı Hocailyas İlkokulu’na döndürülmüştü. 1967-71 yıllarında bu okulda okudum. 1971 kışında ise Yeşil ile Emirsultan mahalleleri arasındaki Şible semtine taşındığımızdan son sınıfı Emirsultan İlkokulu’nda bitirecektim. Bursalı iş adamı Mutlu Keskin o sınıftan arkadaşımdır.

Peki Dırahşan Öğretmen'den neler hatırlıyorum? 

Bir keresinde saçlarımda tek tük aklar görmüş ve eliyle saçlarımı ayırıp “Bunlar meç mi?” diye sormuştu. “Meç”in ne olduğunu bilmiyordum. Hayret etmişti. Saçlarım 7-8 yaşımda beyazlamaya başlamıştı. Birden değil, tedrici olarak beyazladığı için saçım beyazladı diye bir kaygı -ergenlik yılları hariç- yaşamadım. 

Dırahşan Öğretmen bir gün veli toplantısında anneme şöyle demiş: 

  • “Mustafa farklı. Haberleri takip ediyor. Adam olacak çocuk… ” 

Hocamın yüzünü kara çıkardım gerçi ama rahmetli annemin gururunu okşamış olmalı ki bu sözü bana sık sık tekrar ederdi.

Dırahşan Öğretmen'in bayıldığım bir ‘sabah şekeri’ vardı. İlk derse başlamadan bize haber anlattırırdı. Parmak kaldıranlar genellikle şehirdeki havadisten bahsederdi. İşte bir adam öldürülmüş, şurada yangın çıkmış, burada kaza olmuş nevinden üçüncü sayfa haberleriydi bunlar. Ben ise rahmetli babamla birlikte Mendel marka -neredeyse ufak bir televizyon hacmindeki- beyaz tuşlu ve elektrikli radyomuzdan daima 13, 19 ve 23 ajanslarını dinlediğimden olacak, “İsrail uçakları dün Filistin’i bombalamış, iki kişi ölmüş!” türünde haberler naklederdim. Hocamın dikkatini buradan çekmiş olmalıyım.

Tek kelimeyle bir anneydi Dırahşan Öğretmen. Setbaşı’ndan Selçuk Hatun Camii’ne giderken sol köşe başında yuvarlak cepheli bir apartmanın ilk katında otururdu. Haluk Şahin’in öğretmen olan annesiyle beraber oturduklarını öğrenecektim sonradan. 

Osmanlı zamanında doğduğunu sonradan öğrendim. Sonradan öğrendiklerimden biri de, bu okuldaki öğretmenlerimizin hepsinin Osmanlı zamanında doğmuş olduklarıydı. Hatta kısa boylu, zayıf ama otoriter müdürümüz Şükrü İltan 1909 doğumluymuş, yani Sultan 2. Abdülhamid zamanında doğmuş. 

Bu okuldaki Osmanlı doğumlu yaşlı başlı hocaların sonraki okullarımda karşılaştıklarımdan farkı olduğunu sonradan öğrenecektim. 

Ortaokulda öğretmen profilinin değiştiğine şahit oldum. Sanki okul değil de nesil değişmişti. Muhakkak ki Hocailyas’taki öğretmenlerimizin kumaşında yaldızlı bir kalite ışıldıyordu. 

Sınıf kapısından girişte hemen sol köşede çöp kutumuz vardı, ders esnasında uçları kırılan kalemlerimizi onun başında açardık. İkinci sınıfın başlarında öksüre öksüre ders verdiğini hatırlıyorum Dırahşan Öğretmen'in. Öksürük nöbetleri sıklaştığında bu defa o çöp kutusunun başına gider, bize arkasını döner ve öksürürken ağzını beyaz mendiliyle kapamaya çalışırdı.

Arkasından bakar, bakar, üzülürdük. Elimizden bir şey gelmezdi. 

İlk öğretmen yarı anne gibidir. Dırahşan Öğretmen adeta aile büyüklerimizden biriydi. 

Şefkat timsaliydi. Saçlarımızı okşar, dertlerimizi alçak sesle konuşurdu. Bir keresinde babamın maddi durumunu sormuştu. Okulda düşük gelirli ailelerin çocuklarına kuru fasulye pişerdi. Bu fısıltılı konuşma, kendi masasında ama kimseye duyurmadan yapılmıştı. Sadece benimle değil, iyi beslenemediğine dikkat ettikleri bütün çocuklarla. Bir süre hademe odasında seçilmiş öğrencilere kuru fasulye ikram edildiğini unutmam mümkün değil. 

Balkan Harbi yıllarında doğmuştu Dırahşan Öğretmen. Birinci Cihan ve İstiklal Harplerini yaşamıştı. Bunun için mi bilmem, melâl akardı gözbebeklerinden, şefkate bulanmış bir melâl.

Yine sonradan fark ettim: O okuldaki hocalarımızın ağız dolusu güldüğünü görmedik hiç. Bir ağırlık sinmiş gibiydi üzerlerine; saygı uyandıran bir ağırlıktı bu.

Dırahşan Öğretmen yine çöp kutusunun başında, arkası sınıfa dönük, bir elinde nakışlı mendil, biteviye öksürüyor kesik kesik… Merak… Endişe… Üzüntü… Çocuk gözlerimize Gazze tülü çökmüş gibiydi. Birden önüne dökülmüş kısa saçlarını eliyle geriye iterken bize dönüyor ve o sırada mendilde kan lekeleri görüyoruz. Yoksa kan tükürdüğü halde mi geliyordu derslerimize? Bizi, evlatlarını bırakamıyor muydu yaban ellere? Büyük adamlar yetiştirmek için miydi bunca fedakârlık?

Derken gelmez oldu. Boş geçiyordu dersler. Yan sınıftaki öğretmenler ara sıra sınıfımıza uğrayıp, bir şeyler söyleyip gidiyordu. 

Duyduk ki iyileşince tekrar gelecekmiş… 

Onu çok özlemiştik. O da bizi kim bilir ne kadar çok özlemişti.

İkinci sınıftaydık. Galiba sömestirden sonraydı. 

Serin ve sisli bir Bursa gününde siyah önlüklerimizin üzerine giydiğimiz beyaz yakaları çıkartmamızı istedi öğretmenler, bizi çift sıraya soktular bahçede. Nereye? Pınarbaşı Mezarlığı’na. Dırahşan Öğretmen, menenjit iltihabından vefat etmiş. Gözümüzün önü kuru değildi artık.

Çift sıra tabutun ardı sıra yürüdük Pınarbaşı Mezarlığına kadar. Şimdi baksan, dünyanın yolu. 

Çocuğun topukları tüydendir demiştim bir seferinde. Mevlevihanenin karşısında, yolun diğer tarafında selvilerin serin gölgesine bir mezar kazılmıştı. Yine de çocuğuz tabii. Ölümü ne bilelim. Oyun gibi biraz. Biraz yaramazlık gibi. 

Derken toprağa verildi hocamız Kur’an sesleri eşliğinde. Büyükler kürekle toprak atıyor üzerine, küçük Mustafa avuçlarıyla nemli toprağı yuvarlıyor çukura. Hem de gayretle. Tıpkı 50 sene sonra annesinin Emirsultan’daki mezarına attığı gibi.

Şimdi her iki anneyi o öğretmenler odasında karşı karşıya dururken hayal ediyorum da biri umutlu, diğeri gururlu…. 

Onlar gülemezdi kahkahayla. Ayıp olduğundan değil elbette, Edip Cansever’in dediği gibi 

Gülemiyorsun ya, gülmek

Bir halk gülüyorsa gülmektir.