İzmir kurtarılınca gâvurlar şapkalarını atıp fes giyme yarışına girmiş

Mustafa Armağan
Mustafa Armağan

İsmet İnönü’nün Hatıralar’ı evlere şenlik.

Ankara’ya giderken geçtikleri Pendik’teki Kurna köyünün ismini Turna diye hatırlamasından tutun “Millet sizin düşmanınızdır” gafına kadar yığınla malzeme yatar bağrında. Tarihçiler de bu malzemeyi kullanacaktır ister istemez.

Güler misiniz, ağlar mısınız bilmem: Biz gündeme getirince İnönü’nün Hatıralar’ının sonraki baskılarından “Millet sizin düşmanınızdır” cümlesi çıkarılmıştır. Yani İnönü Vakfı İnönü’yü ve elbette tarihimizi sansürlemiştir. Bu sansürcülüğe karşı ayaklanacaklarına birileri aynı hatırattan okuduğum pasajın başını ve sonunu kesip kuşa çevirdi, diğer birileri de sanki o sözleri Büyük Taarruz için ben söylemişim gibi iğrenç bir algı çalışmasına girişti.

Halbuki o sözün bağlamı 1. İnönü Muharebesi'ydi ve en önemlisi, o sözü İnönü söylüyordu.

Ne var ki hatıratlarda gizlenmiş itiraf veya hakikatleri bulup çıkarmak da suç bu memlekette, yerine göre hatırat yayınlamak da. Size kıyamet gibi sansürlenmiş hatırat örneği gösterebilirim.

Bir de hatırat kullanınca şöyle mızıldananlar çıkar:

Efendim, hatıratlar belge değildir, tarihte belgeye itibar edilir.

Bu kadar komik bir mazeret zor bulunur. Yahu belge dediğiniz şey de, hatırat da mahiyeti itibariyle tarihe bırakılan malzemelerdir. Belgede de tahrifat olur, hatıratta da. Yahut belge de doğruyu söyleyebilir, hatırat da.

Şimdi Nutuk bir hatırat değil midir? İçerisinde belgelerin de bulunduğu türden bir hatırattır. Yalnız bazı belgeler mevcut değildir ve en önemlisi, bazı belgelerin metni tam değildir.

Öte yandan Kâzım Karabekir’in hatıratında yüzlerce belge mevcuttur ama İnönü’nünkinde neredeyse yoktur.

Öyleyse şunu söyleyebiliriz:

Hiçbir hatırat bize hakikatin tamamını sunmaz, tıpkı hiçbir hatıratın hakikatin tamamını çarpıtma imkânı olmadığı gibi. Tarihçinin işi de doğruyu eğriden ayırt etmek değil midir?

Hatıratlar şaşırtır

Şunu bilelim: Hiçbir belge veya hatırat hakikatin kendisi değildir. Onlar hakikat hakkında fikir veren birer ipucudur. Bu ister Gazi’nin Nutuk’u olsun, ister Karabekir’in İstiklal Harbimiz’i, hakikat aralarda bir yerdedir ve biz hepsini okuyup değerlendirmek suretiyle bir neticeye bağlarız olayları.

İşte dün satın aldığım Mehmet Dürdali Karasan’ın hatıratı: Paşam Nereye Kadar Çekileceğiz? (T. İş Bankası: 2024) yalın ama yer yer içli satırlarla geçen asrın atmosferini yeniden teneffüs ettiriyor.

Önce bir düzeltme:

Birilerine göre İngilizler, Seydibeşir esir kampında 15 bin Mehmetçik'i krizol havuzuna zorla sokarak kör etmiş. Aslında bu, harp sırasında İngilizler aleyhinde propaganda yapmak amacıyla çıkarılmış bir şayiadır. Nitekim aynı kampta iki yıl esaret hayatı yaşayan Mehmet Dürdali, İngilizlerin kendilerine 6 lira maaş ödediğini, mükemmel yataklarda yatırdığını, ud ve keman çalmayı öğrendiklerini, tiyatro oynadıklarını, gazete çıkardıklarını, Fransızca kursuna gittiklerini vs. yazmakta.

Hele Büyük Taarruz'dan 3 gün önceki şu sahne tüylerinizi diken diken edecek güzelliktedir:

“Bu sırada yüksecik tepelere çıkmış, güzel sesli, alay efradı arasından seçilen hafızlar, “Esselatu vesselamu aleyke ya Resulallah” diye sala veriyor, tepenin birindeki susunca diğer tepedeki tekrarlıyor ve bazen de hepsi ayrı ayrı yerlerden seslerin birleştirerek aynı kelimeleri söylüyorlardı. Gayri ihtiyari kalbime bir rikkat geldi. İçin için ağlamak istiyordum. Korku aklıma gelmiyordu. Ailem aklımdan geçmiyordu. Acaba bu ağlamanın manası ne idi.” (s. 179)

İzmir’e girdiklerinde gördüğü şu manzarayı başkaları anlatmamıştır:

“Şehirde bulunan Ermeni ve Rumlar ile yabancılar şaşkın bir halde, ne yapacaklarını şaşırmış, bir anacık babacık günüydü. Herkes şapkalarını atarak fes giymiş. (…) Bazıları da fesin ne suretle giyileceğini bilmediğinden fesi ters giymişti.” (s. 188)

Çok ilginç hakikaten. 1922 Eylülünde gâvurların Türklerden korkarak şapkalarını atıp fes giyme yarışına girdikleri İzmir’de çok değil üç yıl sonra bu defa fesini atıp şapka giymeyenler suçlu vaziyete düşecekti.

Cumhuriyetin ilanından sonra terhis olup ticarete atılan hatırat yazarı 2. Dünya Savaşı yıllarındaki sefaleti de anlatmayı ihmal etmemiş:

“Bilhassa köylü feci duruma düşmüş, malını kıymetlendirmek için en ufak bir tedbir dahi almadığından fakruzaruret içinde inliyordu. Hükümetin etrafını istila edenler yalnız kendilerini düşünüyor, milletle temaslar yapılarak dertlerini gören ve dinleyen olmuyordu.” (s. 238)

Demokrat Parti kurulmuş, CHP’nin Başbakanı Recep Peker halkın bu partiye akmasına fena içerlemiş, İzmir Türkocağı binasında İstiklal Mahkemeleri kanununun yürürlükten kalkmadığını, gerekirse tekrar uygulanacağını söylemiş. Bir nevi idam sehpaları tekrar kurulabilir demek istiyordu. Bu söze karşı şahlanan İzmir halkı o günlerde şehirlerine gelen DP Genel Başkanı Celal Bayar’ı Konak meydanında tam 60 bin kişiyle karşılamış. Milletin verdiği mesaj, ‘Hadi idam sehpalarını kur da görelim’dir. (s. 241-2)

Hatıratlar konuşurken siz susarsınız. Açmanız gereken uzvunuz ağzınız değil, kulağınızdır.