Türkiye Yüzyılı’nın ruhu

Mustafa Armağan
Mustafa Armağan

“Tarihteki olaylar değişmez; değişmesi beklenen, gelecektir. Halbuki Cumhuriyet döneminde tarihi istedikleri gibi değiştirmeye, buna mukabil geleceği değişmez kılmaya kalktılar. Başarısızlıklarının sebebi budur.” 

5 Nisan 2017 akşamı Albayrak Medya’nın Topkapı’daki merkezinde o tarihte yayın yönetmeni bulunduğum Derin Tarih dergisinin 5. kuruluş yıldönümü vesilesiyle bir araya geldiğimiz kıymetli hocalarımızdan Mehmet Genç (1934-2021) yaklaşık bir asırdır yaşamakta olduğumuz tarih bunalımını yukarıdaki birkaç veciz cümleyle ameliyat masasına yatırıvermişti. Kabul edelim ki, derinlik bakımından feylesof Nietzsche’yi dahi kıskançlığından çatlatacak cinsten bir aforizmaydı.

Allah rahmet eylesin, Mehmet Genç Hoca kadri sağlığında yeterince takdir edilmemiş yüksek fikir emektarlarımızdan biriydi. (‘Hangisinin kadri bilindi ki?’ diye sorduğunuzu duyar gibi oluyorum. Cevabım, maalesef ‘maalesef’ olacak!) 

Tarihimizi 29 Ekim 1923 yılından başlatmayı tercih eden, tercih ne kelime, dayatan Kemalist zihniyet maziyi oyun hamuru haline getirip mıncıklaya mıncıklaya günümüzde çağdaş tarihçilik fezasından yıldızlar kadar uzağa düşmüş durumdadır. 

Başlangıçta öyle zannettiler ki, bu devran hep böyle devam edip gidecek… Hep kendileri bey ve efendi olacak, halka parya muamelesi yapılacak ve kendileri ömürlerini doldurduktan sonra dahi kimse kurdukları sun’i düzene yan bakamayacak, onun kılına dahi dokunmaya cesaret edemeyecek... 

Nitekim yandaşları tarihi kendisinden başlattıkları Mustafa Kemal Paşa’nın etrafına öylesine kalın bir mitoloji perdesi (‘duvarı’ mı demeliydim yoksa?) çekmişlerdi ki, bu cahil cesaretiyle geleceği dahi zincire vurmaya kalktılar. 

Ardından da bu kalın mitolojik perde veya duvardan ‘Benim başım kel mi?’ diyerek pay kapmaya kalkan sözde “Milli Şef” İsmet İnönü ve ekibi çıktı meydâne ve hem kendisini, hem de beraberce inşa ettikleri beylik düzeni kutsamak, hatta bir gün gelip de ihtiyaç duyulduğunda değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecek bir kutsal zırha bürümek için bir 30 yıl daha canla başla mücadele verdi.

Bu cendereden kurtulup nefes almak ilk defa 14 Mayıs 1950 tarihinde mümkün olacaktı. Demokrat Parti halksız Cumhuriyeti halkla, yani cumhuru ile buluşturdu ki bu bir devrimdir. Bu “ak devrim” sayesindedir ki, Cumhuriyetimiz mefhumunda mündemiç bulunan manaya pencere açabildi.

Ne var ki DP döneminde ülkenin dinamikleri değişti, halk para gördü ve seçmenin elindeki rey silahı gücünü ispatladı. Köy Enstitüleri gibi ben yaptım oldu kafasının çok partili dönemde sökmediğini gören Cumhurbaşkanı İnönü’nün çok partili hayatın hemen ardından Kemalist inşa projesinin arkasından çekilivermesinde olduğu gibi dayatmacı proje sert bir kayaya çarpıp sendeledi. Başlangıçta tamamen tasfiye edileceği umulan yerli ve yeni bir aydın sınıfın palazlanması bu dönemde mümkün hale geldi. Temeller atıldı.  

Kemalist otoriterliğin bu gelişmeye cevabı 27 Mayıs 1960 kanlı darbesi olacaktı. 

Zaten partisiyle beraber işin içinde olduğu için hayırlı haberi(!) heyecanla beklemekte olan CHP Genel Başkanı İnönü’nün 27 Mayıs sabahı taze damat gibi sevincinden yerinde duramadığını en yakınları dahi nakletmiştir. Elbette darbecilerden 10 yıldır hayalini kurduğu cumhurbaşkanlığına yeniden getirileceğini umuyordu. Bu onun en tabii hakkıydı. Ne de olsa o makam tapulu malı değil miydi?

Öte yandan Mustafa Kemal de, İnönü de seçim yapmışlardı gerçi ama girdikleri hiçbir seçimi kazanamamışlardı. (Dikkat: ‘Seçimi’ diyorum, zira Tek Adam ve Tek Parti devrinde 1946’ya kadar yapılanlar seçim değil, resmen seçim mizansenleriydi. Seçimlere tek bir parti girebiliyorsa halk neyi seçecekti sahi?)

Sözde Milli Şef’in hile ve hud’ayla kazandığı 1946 seçimlerinin demokrasi tarihimize ne kadar büyük bir rezalet olarak geçtiğine hiç girmeyelim isterseniz.

Böylece Türkiye’de 1923 yılında kurulumu başlayan sistem, Demokrat Parti’nin 10 yıllık ara dönemi sayılmazsa 1965 yılına kadar ağır aksak devam edecek, Cumhuriyet rejimi de ancak o yıl yapılan genel seçimlerle kendisine gelecek ve ardından 1971, 1980 ve 1996 kesintileriyle beraber yoluna yalpalaya yalpalaya devam edecekti.

Kemalist ulema nereye gitti?

Mehmet Genç hocanın yukarıda yer verdiğimiz sözüne dönecek olursak, geçmişi değiştirmek ama geleceği sabitlemek şeklindeki bu abes strateji bir asırlık mazisi sonunda öylesine tersine döndü ki, geçmişi sabitlemek ama geleceği belirsiz kılmak noktasına saplanıp kaldı Cumhuriyet gemisi. 

Geçmişe emredilmiş ve değişmeyeceği buyurulmuş, gelecek ise olanca fluluğu ile ucu açık bırakılmıştı. Bir başka deyişle başlangıçta niyetlenen hedefin tam tersine vasıl olunduğuna şahit olmuşlardı.

Cumhuriyetin ideolojik söyleminde “İstemezükçülük” Osmanlıya mahsus bir özellik olarak takdim edilirken öyle bir dönem gelip çatmıştır ki, aynı slogan sözde ‘devrimci’ Kemalist yeniçerilerin nâralarına dönüşmüş; yol, baraj, havalimanı, uçak, otomobil, velhasıl yeni olan her ne varsa onlara kapılar sıkı sıkıya kapatılmış, “İçtihad kapısını kapattığı” için eleştirilen geleneksel din ulemasının yerine Ernest Gellner’in zekice deyişiyle ”Kemalist ulema” almış ve resmi ideolojiye, resmi tarihe ve tabularına dokundurmama, eleştirtmeme ve başarısızlıklara dair imada dahi bulundurtmama tavrı giderek kemikleşmişti. 

Türkiye E. J. W. Gibb’in metaforuyla söylersek hızla “pozitivist bir anıtkabir”e dönüşürken Kemalistler zamanın ruhundan koptukları için mezarlık bekçilerine dönmüşlerdi. Çünkü Kemalist ideoloji üzerinde değişiklik teklif etme dahi yasaklanmış, bir başka deyişle “içtihad kapısı” sımsıkı kapatılmıştı.

İşte Türkiye 2000’li yılların kapısına bu enkaz vaziyetiyle dayandı. 

Sufi ve Maço

2002 Kasım’ında iktidara gelen Ak Parti’nin çeyrek asra yaklaşan yönetiminde ise Post-Kemalizmin geçmişi zincirleme pratiği delik deşik edildi (Ayasofya Camii’nin 1934 tarihli kararnamenin iptal edilip müzeden camiye çevrilmesi bunun en müşahhas misalidir). Buna mukabil zihinlerde geleceğe yönelik belirsizlik giderildi ve en belirgini savunma sanayiinde olmak üzere ciddi endüstriyel ve teknolojik hamlelerle ülkenin nicedir özlenen kabuk değiştirmesi mümkün hale getirildi. 

Yeni elitteki özgüven artışı, ister istemez geleceğe bakışı da şekillendirdi ve son Suriye operasyonunda görüldüğü gibi Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından bir asır sonra nihayet yeniden bölgesel bir kuvvet haline gelmeyi başardı.

Başarısız kalan Kemalist projenin tıkanmasına mukabil onu aşan bir başka aydın profilinin, Ernest Gellner’in aynı kitapta sözünü ettiği “Kemalist ulema”yı aşan ve ikinci nesil de değil, dünyaya açık ve seküler ama yerli/millî değerlerle bütünleşme arzusundaki üçüncü ve dördüncü neslin var olma hatta ülkenin gidişatında belirleyici olma arzusundaki kabarmadır bugünlerde yaşadıklarımız. “İstemezükçü” taifenin bağırması veya zıplaması da bir işe yaramayacak ve Türkiye’nin yeni sosyo-ekonomik kaldıracı, fikir sahasında da başarılı bir sentezi kurmanın yollarını döşeyecekti. 

Kemalizm, Ernest Gellner’in ısrarla vurguladığı gibi geleneksel yapıyı Yüksek İslam’dan devraldığı güçle sarsmış ama yıkamamıştı. Çünkü yıkacak kadar kuvvetli ve kâmil bir ideolojisi mevcut değildi. Şimdi vuku bulan, yıkamadığı ve yıkamayacağı anlaşılan bu gücün aşağıdan yukarıya doğru önünde durulamaz yükselişidir. 

Kemalizmin farkına varmadan önünü açtığı ve halkın iradesiyle sandıkta iktidarı değiştirebilme imkânını sağladığı için de darbelere rağmen varlığını koruyabilen bu yeni dinamik artık Türkiye’nin dümenine geçmiştir ve kuvvetli potansiyeliyle yükselme dönemini yaşamaktadır.

Belki de çıkardıkları bütün patırtı ve hırçınlık hatta hınç gösterileri bu yükselişin artık durdurulamayacağının açıkça anlaşılmasından kopmaktadır, yani Şerif Mardin’in şöyle dile getirdiği ilginç bir dinamikten:

Şerif (Mardin) bana her Türk’ün yüreğinde biri Sufi diğeri erkek Maço iki ruhun bulunduğunu söylemişti. Kemalizm Sufi ruhu yok etmek için elinden geleni yapmıştı. Şimdi Maço ruh ile tek başına başetmek zorundaydı.

Ne var ki baş edemedi. 

Neticede on yıllarca baskılanan Sufi ruh, bir türlü yok edilemeyen Maço ruh ile tekrar buluşarak yeni Türkiye’yi bu defa demokratik, modern ve inançlara saygılı bir temelde yeniden inşa etmeye yöneldi.

Anlattığım sizin hikâyenizdir.