Yalnızlık Çağı
İnsanın en kalabalık anda bile yalnız hissedebildiği bir çağdayız. Telefonlar çalıyor, bildirimler yağıyor, ekranlar ışıldıyor ama kimse kimseye gerçekten dokunmuyor. Artık yalnızlık bir istisna değil, yeni normal. Ve çoğu zaman bunun farkına bile varmadan içimize sinmiş, usulca kabullenmişiz.
Bana göre 2019 da ortaya çıkan pandeminin büyük bir etkisi var bu konuda. Hatırlayın, bırakın sarılıp sohbet etmeyi, göz göze bile gelmemizin yasaklandığı zamanlardı. Herkes birbirinden uzaklaştı, adeta kaçtı. O yıllarda yalnızlık kültürü, tabiri caizse virüs zoruyla öğretildi.
Konu sağlıktı, candı elbette. Ama düşünmeden edemiyorum, bizi biz yapan en önemli meziyetimizi, iletişim kurma becerimizi bu denli yok edip aşağılamaya gerek var mıydı? O dönem birine tokalaşmak için elinizi uzatsanız, canına kast etmiş gibi algılanıyordu.
Hasılı, o virüs yok olup gitmedi hala aramızda dolaşıyor. Ama emin olun çoğu insani şeyi kaybettik…
Eskiden yalnızlık denince akla terk edilmiş bir ev, uzak bir kasaba ya da kimsesiz bir yaşlı gelirdi. Şimdi ise yalnızlık, metropollerin göbeğinde, ofislerin içinde, bazen kalabalık aile sofralarının tam ortasında bile sessizce oturuyor.
İnsanın kendiyle baş başa kalabilmesi kıymetli bir meziyet elbette. Ama yalnızlık, sadece kendinle kalmak değil. Yalnızlık, bir çağrıya cevap alamamak, bir yükü omuzlayacak başka bir omuz bulamamak, sabah ilk çayı birlikte içeceğin bir sesin olmaması. Ve yaş ilerledikçe bu eksiklik daha da büyüyor.
Bugün özellikle Batı toplumlarında yaşlılık, adeta saklanması gereken bir gerçeklik gibi yaşanıyor. Sessizce, gözden ırak yerlerde ömür tüketen milyonlar var. Yaşlı bakım evleri bir çözüm değil, çoğu zaman bir tür unutma kurumu. Tıpkı Jules filmindeki gibi…
Film Önerisi: Jules (2023)
Ben Kingsley’in müthiş bir performans sergilediği Jules, 70’li yaşlarında sıradan bir adam olan Milton’ın bir uzaylının dünyasına düşmesiyle değişen hayatını konu alıyor. Ama bu bir bilim kurgu değil; bu, yaşlılığın içindeki görünmezliği, sessizliği ve özlemi anlatan bir incelikli dram.
Milton’ın yaşadığı kasabada kimse onun varlığını önemsemiyor. Ta ki evinin arka bahçesine bir uzay gemisi düşene kadar. O andan itibaren yalnızlık bir sırdaşla paylaşılınca dönüşüyor, hafifliyor. Jules, yalnızlığın sadece “başkaları yokken” değil, “başkaları varken ama seni göremezken” de var olduğunu çok güzel anlatıyor.
Türkiye’de hâlâ büyüklerimize gösterdiğimiz hürmet, aile içinde yaşlıyı baş tacı etme kültürü devam ediyor. Ama hızla tüketilen ilişkiler, sosyal medyaya sıkışan hayatlar, yaşlıların da kenarda unutulmasına neden oluyor. Halbuki onlar, bir neslin belleği…
Yalnızlık kader değil. Seçim de değil. Ama onu paylaşmak, görünür kılmak, dokunarak hafifletmek mümkün. Bir çayı birlikte içmek, bir yemeği birlikte pişirmek, bir fotoğrafa birlikte bakmak… Bunlar hâlâ en etkili ilaçlar.
Yalnızlık, insanın içinden geçen bir sessizliktir. Ama bazen sadece bir bakış, o sessizliği kelimelere çevirebilir.
Bu hafta, o bakışı görmeye çalışın. Çünkü kimsenin yalnız hissetmediği bir dünya, hepimizin hakkı.