SİSTEMLİ ÖRGÜTLÜ SÜREKLİ YALAN
Her ülke gibi Türkiye’nin de ekonomik, siyasi, sosyolojik ve hukuki sorunları vardır. Bunları izlemek ve çözüm bulması konusunda iktidarı uyarmak da muhalefetin birinci vazifesidir. Üstelik vazife burada da bitmez, alternatif çözümler yani siyaset üretmek de muhalefetin varlık nedenidir. Çünkü muhalefet etmek her şeyden önce “Ben daha iyisini yaparım” diyebilmektir.
Fakat bizde bu eleştiri mekanizması hiç sağlıklı işlemiyor.
Muhalefet her şeyi eleştirebilir ama “fatalist” yaklaşım eleştiri değildir, hele yapıcı eleştiri hiç değildir.
Felaket tellallığı, iftira, yalan, “iktidar düşsün de isterse yalanla dolanla düşsün” Makyavelizm’i yapıcı sivil muhalefet için doğru bir yol değildir.
15 Temmuz hain darbe girişiminden sonra iktidarı ele geçiremeyen odakların kılıç artıkları, biraz kendilerine gelir gelmez derhal “Kendileri iktidara gelemediği için Türkiye’nin battığı” algısını işlemeye başladılar. Algı operasyonları başlattılar, Devlet kurumlarına saldırdılar. Kişilere ve kurumlara saldırıp karakter suikastları düzenlediler. Bunu sistemli ve örgütlü bir biçimde yaptılar, yapıyorlar.
İşin ilginç yanı, 23 yıl boyunca eleştirmeyi değil, ağız dolusu küfretmeyi marifet saymış bizim boş teneke muhalefet de buna hazırdı. Ne söylesen inanmaya hazır geniş bir kitle her yalanın üzerine atladı.
Mesela FETÖ; 15 Temmuz’dan sonra ordunun hainlerden temizlenmesini, yüzlerce rütbelinin ordudan uzaklaştırılmasını “ordunun içinin boşaltılması” olarak lanse etmeye çalıştı. Hemen algı operasyonuna başladı: “Asker mi kaldı yeaa?” söylemini yaydı. Muhalefet derhal bu söylemi kabullendi. Çünkü daha önce ancak askeri darbeler sayesinde iktidarlara tutunabilen ana muhalefet bunu “Darbe yapacak asker mi kaldı yeaa?” olarak anlıyordu. Muhalefetin yirmi yıldır bir türlü darbe yapıp, AK Parti iktidarını deviremeyen askeri “kâğıttan kaplan” olarak gördüğünü çok iyi biliyoruz. Aynı nedenle mezuniyet töreninde kılıç şakırdatanlara da hasretle kucak açtı.
(Burada bir parantez açıp bazı Harp Okulu öğrencilerinin bu hareketini masum bulanlara, sadece Harp Okulu öğrencilerini silahlandırarak iki kere darbe girişiminde bulunan bir Albay ve bir Binbaşıyı hatırlatmak isterim. Talat Aydemir ve Fethi Gürcan adlı bu iki işgüzar subay, 60 darbesini beğenmeyip kendi darbelerini yapmak istemişlerdi. Birincide, içinde İsmet Paşa’nın da bulunduğu Çankaya Köşkü’nü muhasara altına almışlar ama İsmet Paşa’nın direnişi karşısında Divanı Harbe verilmemek şartı ile muhasarayı kaldırmışlar fakat Ordudan da atılmışlardı. Akıllanmayan bu iki kifayetsiz muhteris, bir yıl sonra ikinci bir darbe girişiminde bulunmuşlar, tekrar isyana kışkırttıkları Harp Okulu öğrencilerine yine İsmet Paşa’nın da bulunduğu Büyük Millet Meclisi’ni kuşattırmışlardı. İsmet Paşa bu kez daha sert direndi, kimse Paşa’yı teslim almaya cesaret edemedi ve darbe girişimi bastırıldı. Akıllanmayacakları anlaşılan bu iki darbeci, 1964’te asıldılar. Onun için bize bu olayları “masum kılıç şakırdatmalar” olarak kakalamaya çalışmayın. Biz biliyoruz onların arkasında kimlerin olduğunu.)
Evet, “Asker mi kaldı yeaa?” algısı yerleştirilmeye çalışıldığı sırada kahraman Türk komutanları, 5 yılda PKK’yı Türkiye’den sürüp çıkardılar ve kırk yıldır sürdürülen asimetrik tiyatroya bir son verdiler. Sadece burada değil Suriye’de de düzenledikleri operasyonlarla PKK’yı kendini lağvetme ve silahlarını yakma aşamasına getirdiler. Yani ordumuzda bir zafiyet değil bir güçlenme vardı. Ordu artık iç siyasete ayar vermekle değil, asıl vazifesi olan vatan savunması ile uğraşıyordu. Herhalde muhalefetin “Terörsüz Türkiye” projesine neden yarım ağızla destek verdiğini ve ilk virajda herkesi suçlayarak Komisyon’dan kaçacaklarını anlıyorsunuzdur.
Algı her alanda devam etti. Üstelik münferit değil, sistemli ve örgütlü bir şekilde sürdürüldü.
“Eğitim mi kaldı yeaa, baksana parayı veren diploma alıyor” algısı yaratılmaya çalışıldı. Öyle siteler çıktı ki neredeyse “Koş vatandaş, diplomada damping var” diye bağırıyor ve yakalanmaya çalışıyorlardı. Oysa bu çapta bir sahtekârlık öyle üç-beş kuruşa yapılmayacağı gibi yapanlar da yakalanmak için can atmazlar. Yani maksat “Türkiye’de diploma almak çok kolay, parasını veren alıyor” algısını yaratıp, Türkiye’deki diplomaları değersizleştirmekti.
“Efendim kim bilir kaç sahte diplomalı doktor bizi muayene ediyor?”
Tıpla biraz ilgisi olan herkes bilir ki sahte doktoru hemen yanındaki doktor daha üçüncü cümlesinde anlar. Sosyal bilimlerde belki biraz laf ebeliği yapabilirsiniz, bir süre birilerini kandırabilirsiniz ama tıp eğitimini almamış birisi iki-üç dakikada anlaşılır. Bırakın üç-beş laf ezberlemiş sahtekârı, dört yıl tıp eğitimi ve pratiği görmüş bir hemşire bile doktor taklidi yapamaz.
Eskiden üniversite sınavında çok başarısız olanların bir klişesi vardı “Cevapların sırasını kaydırmışım”… Yersen… Sen cevapları kâğıda düzgünce işaretleyemiyorsan zaten o sınavı kazanamazdın…
Şimdi ilk yüz bine bile giremeyenin yeni gerekçesi var; “AK Partililer soruları çalmıştır”.
Delil? Kanıt?... Tısss…
Yerleştirilmeye çalışılan bir diğer algı da “cezasızlık algısı”. Sanki insanlar suç işliyorlar ve sonra ellerini kollarını sallayarak geziyorlar.
Birincisi, herkes sanıyor ki hâkimler kafalarına göre ceza veriler, istediklerine müebbet verirler istediklerini salıverirler. Oysa hâkimler mevcut yasalar çerçevesinde hareket ederler, takdir hakları sanıldığından çok daha sınırlıdır. Eğer yasalar caydırıcı değilse bu, hâkimlerin savcıların değil yasama erkinin sorunudur. O sorun giderilirse hâkimler de yasada belirtilen en ağır cezayı verirler. Bunun dışında elleri kolları bağlıdır.
İkincisi, yıllardır söylemiyor muyduk? Polisin yargıya teslim ettiği herkes tutuklanmasın, tutuklanma istisnai olsun, tutuksuz yargılama asıl olsun. Eğer delilleri karartma, kaçma gibi tehlike yoksa insanlar tutuksuz yargılansın. Suçsuz olabilecek insanlar boşuna mağdur edilmesin çünkü hukukun birinci kuralı “Suçu kanıtlanana kadar herkes masumdur”. Şimdi istiyoruz ki; kanun tuttuğu kişiyi içeri atsın, bir daha da bırakmasın.
Bu yaz ülkemizde binlerce yangın çıktı. Rakam artık her türlü komplo teorisinin ötesinde. Bu kadar farklı bölgede, bu kadar farklı yangını çıkaracak tek bir gruptan söz etmek anlamsız. Üstelik sadece bizde değil, İspanya ve Portekiz’de de sürüyor, bazılarında insan kaybı bizden fazla. Yunanistan bazı adalarını turizme kapattı. Kanada’da orman yangınlarında 17 milyon dönüm alan kül oldu, öyle ki New Yorklular birkaç ay temiz hava soluyamadılar. Geçmişte Avusturalya yangınlarında sekiz milyon hektar alan yandı, yangın aylarca sürdü. Ama sanki olay sadece bizdeymiş veya biz çok başarısızmışız algısı yaratılmaya çalışıldı. Almış birisi sosyal medyada telefonu, yangın çekiyor ve “Bakın bakın, burada yangın var ve kimse müdahale etmiyor!” diye neredeyse sevinç çığlığı atıyor. Oysa o sırada 27 uçak, 105 helikopter, binlerce kara aracı ve on binlerce insan yangınla uğraşıyor. Sen de video çekeceğine eline bir kova su al da dök, ey avanak!
Klişe de hazır. “Oralara otel dikecekler”
Yüz binlerce dönüm alan, kimisi denize yüzlerce kilometre uzakta ama hepsi “otel yapmak için” yakılıyor. Hükümetin “Yanan alanlara tek bir bina dikilmeyecek” sözüne inanmamakta serbestsin ama sen hem sayı saymayı bilmiyorsun hem de hiç dayak yememişsin.
Türkiye’de “her şeyin çok düzgün işlediğini” söyleyecek tek bir kişi bile yoktur herhalde. Türkiye sorunlarının üzerini örtmemeli, tersine üzerine gitmelidir. Krizlerinden ders çıkarmayı bilmelidir. Ama mevcut sorunlarla uğraşırken bir yandan da hiçbir iyi niyeti olmayan karakter suikastçılarına kurumlarını ve yöneticilerini kurban etmemelidir.
Devlete ve kurumlarına karşı sürdürülen bu algı operasyonu münferit değildir, saldırı altında olmayan tek bir kurum yoktur. Devlet kurumlarına ve yöneticilerine olan güveni haksız yere sarsan bir muhalefet bilmelidir ki halkın gözünde güvenini yıktığı kurumları günü geldiğinde kendisi de yönetemeyecektir.