Yazının derin tarihi serüveni
Özel İçerik

Vakanüvis

Yazıya dair işlerin başlangıcı nasıldı? Okumanın olmazsa olmazları kalem, kâğıt, mürekkep işleri nasıldı? Okuma eyleminin kendisi nasıldı? “Allah’ın bütün ilimleri insana öğrettiği” bir vakıa. İnsanoğlunun bunları peyder pey hayata geçirebildiği ise çok açık. “Yazı” da, bu uzun ve zorlu sürecin başlangıcı. Antik çağlarda olup bitenlerin bir bölümünden haberdarız. Mağara ya da tapınak duvarlarına çizilenleri, yazılanları hep biliriz. Bunları bilmemizin en önemli nedeni ise kalıcı olmalarıydı.

TUĞLA GİBİ KİTAPLAR VARDI

Ancak “fazlasıyla kalıcı”ydılar, çünkü bu tür yazıları bir yerden bir yere götürebilmek teknik olarak mümkün değildi. Sonraları taş tablet, çanak çömlek parçaları, balçık yaprağı, ağaç kabukları, hayvan derileriydi üzerine yazı yazılanlar. Peygamber Efendimiz (sav), Kur’an'ın bazı âyetlerini koyunların kürek kemiklerine yazdırmıştı. “Tuğla gibi kitap”lar da görülmüştü. Benzetme değil, gerçekten de “tuğla kitaplar” vardı ancak bunlar, dar yüzeylerinin pratik olmayışı nedeniyle fazla tutulmamıştı.

Yazının derin tarihi serüveni

KİTAPLARI, OKUMAK İÇİN YAKIYORLARDI

Tuğla ve benzeri “yazı materyalleri”, doğal olarak gündeme fırını, pişirmeyi de getirmişti. Asurlular’ın “kitap fırınları” vardı. Lüleci çamurundan yapılma tabletler, çamur yumuşakken yazılır, ardından da “kitaplar fırına verilirdi.” Bu kitaplar fevkalade dayanıklıydı, zaten biz de bu özelliklerinden dolayı kendilerinden haberdar olabildik. Asurlurlar’ın Ninova (Bugünkü Musul) Kütüphanesi’nde 30 bin lüle tablet vardı, bunların birçoğu bugüne ulaştı. Kolayca tahmin edilebileceği üzere, kitaplar üst üste değil yan yana duruyordu. Krallar, kitap okumak daha doğrusu dinlemek istediğinde kölesine emreder, o da tableti yatak odasına getirip okurdu.

Eski Yunan ve diğer bazı medeniyetlerde ise çanak çömlek kırıkları revaçtaydı. Bunun, tamamen ekonomik bir nedeni vardı, çünkü kırıklar ucuzdu. Hatta bazen bir yazar, evindeki çanak çömleği uygun boylarda kırar, bunların üzerine yazardı. Romalılar’ın ilk devirlerinde de, kimi kamusal işler yine çanak çömlek kırığıyla hallediliyordu. “Çömlek makbuz” yaygındı.

Yazının derin tarihi serüveni

Peki, yanlış bir şey yazıldığında silme işlemi nasıl oluyordu? Uzun asırlar, boyunca silgi olarak insan dili kullanıldı, tercihan da köle dili. Efendi yanlış yazdığında, kenarda beklemekte olan kölesini çağırır, o da diliyle mürekkebi silerdi. Roma İmparatoru Caligula ise düzenlediği bir şiir yarışmasında dereceye giremeyenlere, papirüs üzerindeki kötü şiirleri köleler vasıtasıyla değil bizzat kendi dilleriyle silme cezası vermişti. Sonra sonra “rıh” da kullanılır olmuştu. Yazıyı genel olarak kurutmak için de, meydana gelen hataları yok etmek için de kâğıda kum dökülürdü. Bu yüzden, eski devirlerde mektup alan kişi, zarfı açtığında ortaya kumlar da saçılırdı. Kalemlere gelince… 1600’lere kadar balmumu defterlere metal kalemlerle yazılırdı. Bir ucu sivri, diğer ucu yuvarlak metalden kalemler vardı. Yuvarlak kısmı silgi görevi görürdü. Bugün bile kullanılan, “kalemi kuvvetli” deyimi, o günlerden tevarüstü. Bundan da kasıt, edebî kalite değil, zorlarken kırılmayan, bükülmeyen kalemlere sahip olunmasıydı.

Yazının derin tarihi serüveni

PAPİRÜSÜ YEME, OKU

“Üzerine yazı yazılacak şey”in teknolojisi aslında bir sacayağıydı. Bir tarafta tabletler, bir tarafta papirüs bir tarafta da bugünkü kâğıta en benzer malzeme olan odun hamurundan üretilme kâğıt vardı. Tabletlerden sonra papirüs geliştirildi ve buna bağlı olarak yaygınlaştı. Mısırlılar’ın papirüsleri, 100-150 metreyi bulan bir şerit halinde olurdu. O devirlerde kitapçıya gidenler, halı ya da kilim reyonlarını geziyor gibi olurlardı. Mısırlı zenginler, eni epeyce geniş olan papirüsleri tutmakta zorlandıkları için, iki köleye okunacak metni tutma görevi verirler, bir sırığa rulo yapılmış papirüsü çeke çeke okurlardı. Zamanla kölelerin yerini iki direk aldı.

Yazının derin tarihi serüveni

Papirüs, “inek kuyruğuna” benzeyen bir bitki görünümündeydi. Papirüsten ayrıca elbise, ayakkabı hatta kayık bile yapılmıştı. Dahası yiyecek ve içecek de olmuştu. Yiyenler, “papirüs kızartması”nın çok lezzetli olduğunu anlatıyordu. Bazı Firavunlar, papirüs ihracatını durdurunca bu duruma kızan Pergamon’daki Bergama Kralı bilginlerine emir vererek, “Bana onun gibi bir şey bulun” demişti. Parşömen kâğıdı, adını aldığı Pergamon şehrinde böyle bulunmuştu. Hayvan derilerinin inanılmaz derecede inceltilmesiyle elde edilirdi parşömen. Öyle ki, ünlü hatip -çok konuşana çaçaron denmesi ondan kinayedir- Cicero, İlyada'nın 24 şarkısını bir ceviz kabuğuna sığacak şekilde parşömene yazabilen ustalardan söz ediyordu. Kâğıdın bugünküne benzer ilk modelinin ise milattan sonra 105’te Çin’de Ts’ai Lun adında bir saray görevlisi tarafından yapıldığı kabul ediliyor. Ts’ai Lun ağaç kabukları, bez parçaları ve diğer lifli malzemeleri özlü ve yumuşak bir hamur haline gelinceye kadar dövüp, elde ettiği hamuru geniş bir tekne içinde suyla karıştırarak ilk mekanik odun hamurunu elde etti. Bu hamur, inceltme işlemlerinin ardından kâğıda dönüşüyordu.

Yazının derin tarihi serüveni

AVRUPALILAR, MÜSLÜMANLARIN KÂĞIDI GETİRMESİNİ BEKLEDİ

Kâğıt, Çin’den, Orta Asya’ya oradan da İran’a geçti. Abbasi hükümdarı Harun Reşid zamanında, ilk kâğıt fabrikası Bağdat’ta 754 yılında kuruldu. Batılılar, ancak 400 yıl sonra, Müslümanlar vasıtasıyla kâğıdın varlığından haberdar oldular. Müslüman âlimlerin bulup geliştirdiği kâğıt, İslâm coğrafyasında bol bol kullanılırken, Batılı ise balmumu not defterleriyle, kitaplarla ilim öğrenmeye çalışıyordu. Cep not defteri büyüklüğünde olan balmumu kitaplar, defterler bir kaç levha üst üste olurdu. Okullarda, işyerlerinde revaçtaydı. Ancak çok sıcak havalarda yazının eriyerek kaybolması riski vardı. Ucuz olsun diye domuz içyağından yapılan balmumu defterlerin iğrenç kokuları da ayrı bir sorundu.

Kâğıt Avrupa'ya geldiğinde artık seri üretim kitap yazmak da mümkün olmuştu. Keşişler, yöneticilerin, zenginlerin, âlimlerin fikirlerini kitap haline getiriyorlardı. Kâğıt, eski paçavralardan, bilahare ağaç kıymıklarından imal edildi. İşin tekniği; paçavraları ıslatmak, sonra güneşte kurutmak ardından bir dibekte toz haline gelinceye kadar dövüp yeniden ıslatıp olabildiğince ince bulamaç tabakaları oluşturmak ve nihayet bunu da kurutmaktı. Asıl rengi siyah - kahve karışımı olan kâğıdı beyazlatmak için kireç kullanılıyor, fakat yakıcı bir madde olan kireç de kâğıdı dayanaksız hale getiriyordu.

Yazının derin tarihi serüveni

Batılıların Doğu’dan, hassaten de İslam dünyasından aldıkları kâğıt tekniğine, uzun asırlar boyunca bir katkıları olmadı. Sadece 1700’lerin başında Fransız bilimci Rene-Antonie Ferchault de Reaumur’un bu konuda çalışmaları olmuştu. Reaumur, ormanda ağaçların arasında yürürken bir yaban arısı kovanı gördü. Yaban arıları evlerinde olmadığından durup kovanı incelemeye başladı. Reaumur, kovanın kâğıttan yapılmış olduğunu farketti. Yakından inceleyince gördü ki, yaban arıları ince dalları veya çürümüş kütükleri kemirir gibi ağızlarına alıyorlar, burada mide sıvıları ve salyaları ile karıştırıyorlar ve kovanlarını yapmada kullanıyorlardı. Reaumur, arıların sindirim sistemini de inceleyerek, kimyasal kâğıt teknolojisini geliştirdi. Bugünkü selüloz bazlı kâğıt üretimi, Reaumur’un bu çalışmalarına dayanmakta.

GUTENBERG’İN EKSİK DONANIMI, “PARAGRAF”IN BULUNMASINA YOL AÇTI

Joann Gensfleich Gutenberg, matbaayı buldu. İlk dönemler, kalıpların satır başlarında büyük harfler yoktu. Yazıcılar, bunları sonradan eklerlerdi. Bu nedenle içeriye doğru bir boşluk bırakılırdı. İşte, “paragraf girintisi” böyle ortaya çıkmıştı. “Kitap kapağı” ise ekonomik gerekçelerle bulundu. Eskiden, zengin parasını verir, kitabı ısmarlar, ortaya birkaç nüsha konulur, yazar da özel başlıklarla adını yazmaya gerek duymazdı. Yazarın adı, kitabın başı ya da sonunda veya metin içerisinde kaynar giderdi. Fakat baskı makinesi gelip, sürüm artınca, üstelik ısmarlama değil kitabı yazıp satmak zorunluluğu ortaya çıkınca, yazarlar matbaacılarla ortaklaşa kitabın reklamını yapma ihtiyacı duymuşlardı. Bu nedenle kitaplara büyük harfler ve özel desenlerle kapak yapılmaya başlandı.